30 Aralık 2012 Pazar

Aynıdır Bütün Ordular / Hemingway


Aynıdır bütün ordular
Namlıdır şöhretleri
Aynı eski gürültüyü çıkarır topçular
Yiğitlik delikanlılara özgüdür
Tümü yorgun gözlerle bakar eski askerlerin
Aynı eski yalanları dinler eski askerler
Her zaman sineklere yem olur ölü gövdeleri...

Ernest Hemingway

Agatha Christie Okumaları #1


  Agatha Christie, 80'in üzerinde polisiye roman yazmış, bununla da yetinmemiş, takma adlarla aşk romanları kaleme almış, tiyatro piyesleri yazıp sahneye koymuş büyük bir yazardır, polisiye edebiyatın en büyüğüdür hem de. Dil ve anlatım anlamında sürekli eleştirilmiş, zaman zaman yerden yere vurulmuştur Agatha Christie, dile yeteri kadar önem vermediği söylenmiştir, ki bu doğrudur da. Gerçekten çok başarılı bir dili yoktur Christie'nin. Ayrıca romanlarında sürekli hile yapmakla suçlanmıştır. Eğer eleştirmenler dil ve anlatım konusunda Agatha Christie'yi eleştirmekte haklılarsa, mevzubahis konuda iki kere haklıdırlar. Agatha Christie, okuruna büyük bir saygısızlık gösteren bir yazardır aslında. Polisiye romanlarında sık sık hileye başvurur. Peki nedir bu hile mevzusu?

  Neredeyse tüm Agatha Christie polisiyelerinde bir cinayet işlenir, ve o cinayeti çözmek için Poirot-Marple ikilisinden birisi kesinlikle oradadır. Bu kahramanlarını kullanmadığı eserlerinin sayısı yarım düzineyi bile geçmez. Biz ele Poirot'u alalım. Poirot, mevzuyu öğrendikten sonra harıl harıl cinayet hakkında çalışır ve küçük gri hücrelerini kullanarak suçluyu bulur. Öykünün sonunda tüm karakterleri bir yere toplayarak katilin kim olduğunu açıklar. İşte Christie'nin ''Küçük Gri Hilesi'' burada açığa çıkar. Cinayetin çözümünde kilit rol oynayan bir delil roman boyunca bizden saklanmıştır! Biz okurlar da o delili asla bilmediğimiz için katili bulmamız imkansız hale gelir. Eğer ki katili bulduysanız pek sevinmeyin, çünkü bu ancak sallamasyon bir tahmindir, siz öyle düşünmeseniz de.

  Christie'nin eleştirildiği daha onlarca nokta vardır, buna rağmen -kendisini kıyasıya eleştiren edebiyat çevreleri dahil- Agatha Hanım günümüzde büyük bir yazar olarak saygıyla anılıyor ve günümüz kuşağının yazarlarını bile eserleriyle etkileyebiliyor. (Ahmet Ümit desem?) Peki nedir majestelerinin bu büyük sihri? Bu kadar sevilmezken nasıl bu kadar sevilmeyi başarabiliyor, ya da bunun tam tersi? Cevabı basit sanırım:Herkese, her yaşa, her cinsiyete, her akla, her keyfe, her inanışa hitap etmesi ve her romanında belli bir düzeyi tutturmuş olması.

  Ben de severim Christie'yi, lanet olsun ki severim. Onun o sıradan dili belki de beni çeken, bilmiyorum. Romanlarındaki yüksek tabaka kahramanlarıyla kıyasıya dalga geçmesidir belki de sevgimin sebebi. Neden olduğunu bilmesem de, Christie'yi seviyorum. Ancak onun külliyatının henüz başlarındayım. Geçen hafta yaptığım maraton sonunda, Christie'nin Ölüm Diken Üstünde ile Roger Ackroyd Cinayeti adlı eserlerini de okuduğum Agatha kitaplarına kattım.Yeni katılan bu iki eserle birlikte, okuduğum eser sayısı da 8'e yükselmiş oldu. Yaptığım hesaplamalarla, şu anda bulunduğum yerden altı sene sonrasında bütün Agatha kitaplarını bitireceğimi gördüm, bu da demektir ki gençlik yıllarım Agatha okumakla geçecek. Bundan memnun değil miyim? Kesinlikle hayır! Eğer bu dönemlerde okunacak polisiye kitaplar varsa, bunların başında Agatha Christie gelmeli diye düşünüyorum.

 Agatha Christie hakkında bu kadar yazıdan sonra, birazda yeni okuduğum kitaplarına göz atmaya çalışayım. Ne kadar başarılı olacağım, orasını bilemiyorum, ancak denemekten de sakınmayacağım. Hadi bakalım.

1-Roger Ackroyd Cinayeti   

  Bugüne kadar okuduğum en iyi Agatha Christie kitabı! Hem de 'On Küçük Zenci' gibi, 'Şark Ekspresinde Cinayet' gibi, 'Nil'de Ölüm' gibi genelde Agatha'nın en iyi kitapları olarak anılan eserlerini okumuş birisi olarak söylüyorum bunu ve bunu söylerken kendimden o kadar eminim ki. Gerçekten çok sürükleyici bir kitap, gerçek anlamda sizi kendisine bağlayan bir kitap. 270 sayfa gibi Agatha külliyatı içerisinde uzun sayılabilecek bir sayfa sayısına sahip olmasına rağmen, kendisini bir an bile tekrar etmiyor, ki bence bu çok büyük bir başarıdır, özellikle polisiye türünde ve Christie özelinde.

  Kitabın konusu kısaca şöyle: Poirot, pis işlerden elini ayağını çekmiş, Kings Abbot köyüne yerleşmiş kabak yetiştirmektedir. Ancak onun kim olduğunu kasabadan çok az kişi bilmektedir. Bir gün köyde, kimin yaptığı anlaşılamayan bir cinayet işlenir. Poirot da, doktor dostuyla birlikte cinayet dosyasına el koyar ve katili bulmaya çalışır.

(Bu bölümden sonrası 'sürprizbozan' içerebilir, kitabı okumayanların bu bölümü geçmelerini tavsiye ederim!)

Agatha Christie gerçekten müthiş bir kurgu kuruyor, buna evet. Ancak yukarıda bahsettiğimiz hilenin en büyüğünü işliyor bu kitapta: Anlatıcıyı katil yapıyor. Kitabı okuyan hiç kimsenin anlatıcıyı katil olarak düşünemeyeceğini biliyor Christie, bu sebeple böylesine ucuz bir numaraya başvuruyor.İnsanın aklına şu da gelmiyor değil; evet, biz anlatıcıdan asla şüphelenmeyiz, peki kitaptaki diğer kahramanlar neden doktordan şüphelenmeyi bir an bile düşünmüyorlar? Hiç kimse de mi çıkıp 'Yav doktor bey, siz cinayet sırasında napıyordunuz? Maktulü en son gören sizsiniz, bu ne ayak?' demez? Bu konu hakkında yarım düzine eleştiri kitabı da yazılmıştır, aklıma ilk gelen örnek, ''Roger Ackroyd'u kim öldürdü?'' oluyor hemen. Ancak eser tüm her şeye rağmen, gerçek anlamda başarılı ve kalite kokan bir polisiye roman. Okumanızı da kesinlikle tavsiye edebileceğim bir Christie romanı.

7/10

2-Ölüm Diken Üstünde

  Christie'nin gerçekten hastalıklı bir beyni var. Bunun sebebi de çok açık bence. Çok az romanında cinayetler normal ortamlarda meydan gelir çünkü. Genelde, romanlarındaki cinayetler ya masaj salonlarında, ya bar köşelerinde, ya bir adada, ya bir uçakta, ya da bir gemide meydana gelir. (İsterseniz bu örnekleri daha da arttırabilirsiniz tabii.) Ölüm Diken Üstünde, bu seçeneklerden uçakta geçmekte olanı.

  Poirot, bir uçak yolculuğu sırasında bir cinayete tanıklık eder. Bu cinayeti çözmek için kolları sıvayan Poirot'nun ilk yaptığı şey, uçakta yolculuk etmekte olan dokuz kişi ile iki hostu tek tek sorguya çekmek olur. Bu sorgularda kendisine Scotland Yard ile Fransız polisi de yardımcı olacaktır. Kolluk kuvvetlerinin yardımı ve küçük gri hücreleri sayesinde Poirot, katilin kim olduğunu bulur ve aynı zamanda bir kızın da geleceğini kurtarmış olur.

  Ölüm Diken Üstünde'yi genel olarak beğendiğimi söyleyebilirim. Ancak Roger Ackroyd'un üstüne okuduğum için, gözümde biraz yetersiz kaldığını da belirtmeliyim. Agatha Christie'nin sıradan romanlarından diyemem, ancak en üst düzey kitaplarından da değil kesinlikle. Bu haliyle, orta karar bir şekilde duruyor Ölüm Diken Üstünde. Eğer dostlarınıza hediye almak isterseniz, güzel bir tercih olabilir.Ayrıca hiç Agarha Christie okumamış bireylerin de bu kitapla başlamaları yerinde olabilir, çünkü kendilerini Christie'ye bağlamak için her şey var kitapta: Kaliteli bir üslup, Hercule Poirot ve İngiliz Beyefendiliği!

5/10

22 Aralık 2012 Cumartesi

En güzel ''Devlet'' ideası



    Eski Yunan zamanı Atina’sında darbe yaşanıp demokrasi askıya alındığında, Sokrates çok büyük bir suçlamayla karşı karşıyaydı: Gençleri tanrısızlığa itmek! Cezaya çarptırılacağı da, ne cezası alacağı da çok önceden belliydi, ancak demokrasi kılıfı altında, göstermelik mahkemeler düzenlendi. Mahkeme sonucunda, çok önceden belirlenmiş ceza açıklandı: Ölüm. Ölüm şekli olarak ise, baldıran zehrinin yol açtığı kalp krizi tercih edilmişti. İdam günü geldiğinde Sokrates, Baldıran zehrini celladının ellerinden almış ve kendi elleriyle, Platon’un tabiriyle ‘’şarap içercesine’’ kafasına dikmişti. Bunu niye yaptığı ise, çok sonraları Platon tarafından açıklandığında, büyük bir şaşkınlığa yol açtı. Sebep şuydu: Celladını katil yapmamak… Böylesine erdemli ve ahlak sahibi, ‘’iyi ideası’’na inanan birisiydi Sokrates…

  Size çizdiğim bu Sokrates profili bile, Devlet adlı eseri okumak için büyük beklentiler oluşturuyor değil mi? Böylesine erdemli birisinin, milenyumlar boyunca sürecek en erdemli devletin sırlarını vereceğini düşünüyorsunuz. Ben de öyle düşünmüştüm. Yanılmışım…

  Eser, kitap kitap ilerliyor ve toplamda on kitaptan oluşuyor. Eserin ilk dört kitabını bitirdiğimde, beklentimi bile aşan bir başyapıtla karşılaştığımı söylemeliyim ilk başta. Ancak zincirin koptuğu yerler bundan sonrası oldu.



  Beşinci kitap ile birlikte, hiç ama hiç katılmadığım fikirleri birbiri ardına dizmeye başladı Sokrates. Seçkinlerin devleti yönetmesi, halkın yönetimde söz sahibi olmaması, herkesin eşitlik içerisinde yaşayıp kazandığının yarısını devlete vermesi, kadınların paylaşılması, çocuklara anne-babalarının kim olduğunun öğretilmemesi, akıllı çocukların alınıp küçüklükten itibaren yetiştirilerek devlette söz sahibi yapılması, akılsız olanların göz ardı edilmesi, tabir-i caizse çürük muamelesi yapılması… Her birisi son derece mantıklı ve devletin güçlenmesine birinci derecede etki edecek sebepler, buna tamam. Ancak el insaf, vicdan denen bir şey de yok mu? Filozof olup olmamak önemli olmamalı bu noktada. Vicdan önemli olmalı, insaniyet hem de. Bu kadar akılcılık, bu kadar rasyonalistlik de fazla bence.

  Platon’un büyük mağara istişaresi de bu eserin yedinci kitabında ilk kez ortaya çıkıyor. İdealar evreni ve günümüz evreni hakkında yaptığı ayrım, gerçekten ufuk açıcı ve son derece aydınlatıcı. Üzerine düzinelerce kitap yazılmış ve büyük profesörler tarafından incelenip açıklanmış bir konu hakkında kelam etme haddini kendimde bulamadığım için, bu deney hakkında söyleyeceklerim sadece bununla sınırlı olacak.

  Devlet’in ahlaki yapısını kötüledim evet, ancak yine de çağlar sonrasını bile etkileyecek bir eser olduğundan dolayı hakkını vereceğim tabii ki. Faşizm, Komünizm, Sosyalizm gibi siyasi akımların temelini oluşturuyor Devlet. Bu anlamda kesinlikle okunulması ve bilinmesi gereken bir kitap.

  Hatırlarsanız, geçen ay blogumda Karl Marx ve Friedrich Engels’in yapıtı Komünist Manifesto’yu incelemiştim. Devlet’i okumadan önce okumuş olduğumdan dolayı son derece etkilendiğim bu eser, artık o kadar da etkilemiyor beni, çünkü temelde ve özelde bahsettiği bütün şeylerin Devlet’de zaten bulunduğunu gördüm. Bu da devletin aslında ne derece önemli bir yapıt olduğunu gösteriyor sanırım.

  Sonuç olarak Devlet, anlattıklarıyla da, etkiledikleriyle de son derece önemli ve dikkate değer bir kitap. İçerisinden alacaklarınız sizi enterese eder, ben memnun olmadım, ancak memnun olanı da mutlaka çıkacak ve kendi alıcısını da bulacaktır.

                                                               KÜNYE


Kitap İsmi: Devlet
Yazar: Platon
Yayın Yılı: 1999
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları        7/10
Sayfa Sayısı: 369
Baskı: XXVI. Baskı

13 Aralık 2012 Perşembe

Yılbaşı Kitaplığı



  Merhaba sevgili kitap dostları! :) 2012 yılını bitirmeye hazırlandığımız şu günlerde, yeni yıl coşkusu da tüm benliğimizi sarmaya başlamış vaziyette. Yeni bir yıl yeni umutlar demek, yeni beklentiler demek, yeni sevinçler ve yeni üzüntüler demek. Ve de yeni kitaplar!

  Herkesin ideal yeni yıl eğlencesi farklıdır. Kimisi partilerde çılgınlar gibi dans ederken, kimisi publarda biranın dibine vururken, kimisi sessizlik içerisinde ve şehirden uzaktayken, kimisi karlar altında kayarken, kimisi ailesiyle iken, kimisi tombala oynarken, kimisi de televizyondaki eğlence programlarını izleyerek yeni yıla girmek ister. Bunlardan herhangi birisini yermek ya da yüceltmek ne haddimize, kaldı ki yazımın konusu da bu değil. Bahsetmek istediğim şey başka...

  Yukarıda saydığım eğlencelerin her birisi ayrı değerlidir benim için, ancak hiçbirisi de benim ideal hayalim değildir... Yılbaşında, sıcak bir şömine başında, beyaz çerçeveli pencerenin ardındaki dünyada karlar yağarken, ısınmak için girilen yorganın altında, sıcak bir kahve eşliğinde okunan hoş ve güzel bir kitap eşliğinde yeni yıla girmek gibisi var mı? Şöminemiz yok belki, belki bu fazla hayalci bir düşünce. Ancak düşünmesi bile güzel.. Kaldı ki yılbaşının güzelliği de bu değil midir zaten?

  Benim bu hayalimi paylaşan yüzlerce insan olduğunun farkındayım, bu şekilde ortak bir fantezi olduğunun da. Peki, yılbaşında okunacak kitaplar nelerdir? Bununla ilgili bir dosya hazırlamak istedim nacizane. Liste şeklinde yaptığım bu dosyamda gözden kaçmış, eksik bir çok nokta vardır illaki, o yüzden şimdiden affola diyelim. Amacımızın sadece bu yolda bir arayış içerisinde olanlara küçükte olsa bir ışık yakmak olduğunu da belirterek.. :)

  Listemin en tepesinde, bu tarz derlemelerde her zaman en başlarda olan bir klasik eser var, büyük adam Charles Dickens'dan ''Bir Noel Ezgisi''. Klasik olarak bir-iki Agatha'yı da sokmaya çalıştığım listede, bir kaç küçük de sürpriz var. Bakalım ne diyeceksiniz.

                   Şimdiden tüm takipçilerimin yeni yıllarını kutlarım. Mutlu yıllar!. :)




  • Charles Dickens - Bir Noel Ezgisi
  • Victor Hugo - Sefiller
  • Victor Hugo - Notre Dame'ın Kamburu
  • Agatha Christie - Doğu Ekspresinde Cinayet
  • Agatha Christie - Noel'de Cinayet
  • J.R.R.Tolkien - Hurin'in Çocukları
  • Dan Brown - Kayıp Sembol
  • Franz Kafka - Amerika
  • Edmundo de Amicis - Çocuk Kalbi
  • Jose Moura de Vasconcelos - Şeker Portakalı
  • George Orwell - Hayvan Çiftliği
  • J.K.Rowling - Harry Potter ve Sırlar Odası
  • Sabahattin Ali - Kürk Mantolu Madonna
  • Suzanne Collins - Açlık Oyunları
  • Stieg Larsson - Ejderha Dövmeli Kız
  • Ahmet Ümit - Beyoğlu Rapsodisi
  • Stephanie Meyer - Alacakaranlık
  • Rhonda Byrne - The Secret

10 Aralık 2012 Pazartesi

Ağıt, Günümüz gençliği üzerine ''Otomatik Portakal''



  Stanley Kubrick en sevdiğim yönetmendir. Bana kalırsa gelmiş geçmiş en büyük sinemacıların başında gelir, huzur içinde yatsın... Bu büyük sinemacı, ışık ve gölge oyunuyla edebiyatı her zaman küs kardeşler gibi görmüş, onları barıştırmak için de deyim yerindeyse kıçını yırtmıştır. Bunun en büyük ispatı da çektiği filmlerdir zaten. Yazıp yönettiği bütün ''başyapıtları'' aslında romanlardan uyarlanmıştır. İşte Anthony Burgess'in bu büyük başyapıtını da, Stanley Kubrick'in muhteşem ''Clockwork Orange''ı sayesinde tanıdım. Yaz aylarında seyredip ağzım açık hayran kaldığım bu filmin ardından aklımda tek bir düşünce vardı:Bu kitabı okumalıyım, hem de hemen! Eğitim sezonunun açılmasıyla birlikte okumaya vakit bulmakta zorlandığım bu eseri, sınavlardan fırsat bulduğum ilk arada okudum, hem de bir solukta. Daha ilk sayfasıyla beni kendisine bağlayan kitap, sadece iki gün içerisinde bitiverdi bile. Ve rahatlıkla söyleyebilirim ki...

  ...mükemmeldi. Alex ve dostlarının aşırı vahşi ve acımasız yaşamlarının bir panoramasıyla başlıyor kitap. Grubun klasik günlerinden birisi. Dört arkadaş oturmuş, müdavimi oldukları barda uyuşturucu katılmış sütlerini yudumluyorlar. Ardındansa, vardiyası gelen her işçi gibi, işlerinin başına geçiyorlar:Adam bıçaklayıp ev soymak, araba çalıp insanlara öfke kusmak! Bu dört dost arasındaki ilişkileri en ince ayrıntısına kadar anlamanızı sağlayan bu kısa giriş, ayrıca size genel bir atmosfer panoraması sunuyor ve okuyucuya ''benim dünyam işte bu. Kabulleniyor ve inanıyorsan okumaya devam et, yok eğer cevap hayırsa, kapı karşıda'' dercesine bir duruş ortaya koyuyor. Bu girişin ardından, kitabın esas gelişim gösterdiği kısımlar ardı sıra gelmeye başlıyor.



   Alex'in bir ev baskını sırasında yakalanmasının ardından hapse girip, kobay olmayı kabullenmesine kadar olan bölüm, güzel bir eser tadını okuyucuya hissettirse de, başyapıtlık derecesinde bir bakış sunmuyor okuyucuya. En ''baba'' bölümler ise, işte bu kısımdan sonra gelmeye başlıyor. Alex'in ironik bir şekilde başka bir ''Alex'' tarafından kobay olarak kullanıldığı ve çeşitli işkencelere maruz kaldığı kısımlar, özellikle kişiyi irite edecek ve midesini bulandıracak derece iyi planlanmış bölümler... 

  Bu şiddet bağımlısı genç kuşak hayali, aslında günümüze de ışık tutan bir hayal. Birbirini dinlemekten aciz gençlerin, çoğu kez diyalog yolundan çok, şiddet yoluna başvurmaları ve bunları sürekli başka sebeplere bağlayarak vicdanlarını temiz tutmaları, aslında tam da Burgess'in tahayyül ettiği geleceğe uyuyor. Kitap bu yönüyle de, günümüze ışık tutan bir baş eser konumuna yükseliyor.

  Her ne kadar Türkçe çeviri sırasında çoğu çöpe gitmiş olmasına rağmen, Stanley Kubrick'in muhteşem filminden bildiğimiz müthiş ''nadsat'' diline de değinmeden geçemeyiz bence. Gençler arasında konuşulan argo diyaloglardan esinlenilerek oluşturmuş bu dili Burgess, pekte iyi yapmış. Argonun gençler arasında bu denli yaygın olduğu günümüz dünyasına ne kadar ayna tuttuğunu da belirtmeme gerek yok sanırım.

  Kitapta ayrıca çok dikkatimi çeken bir başka konu ise, sürekli klasik müzik eserlerinden bahsedilmesi hususu oldu. Klasik müziğin yatıştırıcı etkisini bir uyuşturucu gibi Alex'in üzerinde mi gözlemlemek istemiş yazar, yoksa bu büyük eserleri yaratan büyük insanlara sadece birer saygı duruşundan mı ibaret, aslında tam olarak kavrayamadığım bir konu oldu. Öbür okumalarda daha da iyi anlaşılacağına inancım tam.

  Pek iyi bir kitap bu, pek. Herkesin, özellikle de çocuk sahibi kişilerin okuması ve bir çok dersler çıkarması gereken bir modern klasik ''Otomatik Portakal''. İçerisinde bir çok farklı okuma ve izlenim barındırıyor bu kitap, bu yönüyle de her okuyuşta farklı şeyler kazandıran ve farklı şeyler düşündüren bir kitap olarak, günümüze ışık tutan bir kitap olarak, canlılığını hiç yitirmiyor ''Otomatik Portakal''.  Filmi mi daha iyi kitabı mı sorusunun cevabını ise kendime saklamak isterim.


Altı Çizilesi
  • İyiliğin sebebini aradıkları yok, öyleyse niye tersini merak ediyorlar ki?
  • Yaşlıları zumzuklayıp, hırsızlık yapmaktan başka hiçbir şey bilmiyorsunuz!
  • Müthiş bir akşam oldu ve şimdi bana tek gereken birazcık Ludwig van.
  • Kızlar okula gitmemişlerdi madem, eğitimlerinden mahrum mu kalsalardı? Okul kapanmıştı, ancak şimdi benim okulum başlıyordu.
  • İyileştim, tamamdır.
 
                                                                      KÜNYE


Kitap İsmi: Otomatik Portakal
Yazar: Anthony Burgess
Yayın Yılı: 2006
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları             8/10
Sayfa Sayısı: 169
Baskı: XII.Baskı

9 Aralık 2012 Pazar

Haftanın Resmi #12


  Bu hafta blogumda bir kadın yazara yer vermek istedim. Harry Potter'ın yazarı J.K.Rowling'e..

 Büyük bir hazla okumuştum Harry Potter serisini. Beni kitaplara bu denli bağlayan romanların başında gelir ''Yüzüklerin Efendisi'' ile birlikte. Onunla büyüyen kuşağa denk gelmiş bir birey olarak, her ne kadar film uyarlamalarını pek beğenmesem de, genel Harry Potter külliyatından da memnun birisiyim. Şimdilerde, yani J.K.Rowling'in yeni kitabının çıkmış olduğu bu günlerde, yazarın Harry Potter'a devam edeceği söylentileri dolaşıyor ortalıkta. Acaba bağnazlık yapıp buna karşı mı durmalıyım, yoksa tatlı bir nostalji yaşatması babında devamının çıkmasını desteklemeli miyim bilemiyorum. Yine de, Rowling'in kaleminden çıkan herhangi bir Harry Potter macerasını her ne şartta olursa olsun okurmuşum gibi geliyor bana..

                                                                   .....Teşekkürler Rowling, tüm herşey için.

29 Kasım 2012 Perşembe

''Komünist Manifesto'' okunmalı



   Komünist olmak önemli değil. İster liberal ol, ister emperyalist, faşist, kapitalist... Önemli olan fikirlere saygı duymak, ve karşı fikirleri de öğrenmeye çalışmak. Bu açıdan bakıldığında, ''Komünist Manifesto''yu okumamış bir kişinin siyaset ve politika hakkında söz söylemeye çalışması, boşuna ağız yormaktır sadece.

  Karl Marx ile Friedrich Engels'in bu ortaklaşa çalışması, bir siyasi metinden ibaret aslında. Yani her seçim zamanı ellerimize tutuşturulan propaganda metinlerinden bir farkı yok. Yani Komünist Manifesto'yu okuyarak komünist olmaya karar veren ya da daha iyi bir ifadeyle, komünist görüşü kendisine gömlek edinen bir kişi, zaten beyni yıkanmaya hazır birisidir. Yani ona kapitalizm hakkında bir bildiri okuttuğunuzda da alacağınız tepki aynı olur demek istiyorum. Komünist Manifesto'yu okuyunca bir aydınlanma falan yaşanmıyor anlayacağınız. Zaten bildiğiniz şeyleri, eli yüzü düzgün ve daha da önemlisi, etkileyici bir üslupla dinlemiş oluyorsunuz, hepsi bu.

  Peki nedir Manifesto'yu bu denli önemli bir metin yapan?

1-Komünizmi birinci elden okumak.
2-Marksizm fikrinin tohumlarını görmek.
3-En etkili Proleter-Burjuva ayrımını görmek
4-Komünizmin esaslarını en net haliyle öğrenmek.

  Friedrich Engels, her zaman bu metni kendisinin kaleme almadığından, neredeyse bütünüyle Karl Marx'ın eseri olduğundan dem vurur. Bu yaptığı büyük bir alçakgönüllülük ve dostluğa sadakattir. Ama... Bunun böyle olduğunu bile anlayamayan bazı geri kafalı insanlar, bu eseri bütünüyle Marx'a atfetmekten geri durmazlar. Ey dostlarım! Evet, Manifesto'da belli bir oranda Marx etkisi gözle görülür bir şekilde vardır, bunu kabul ediyorum ve evet, Marx bu eserin baskın kişiliğidir. Ancak bu eserin anası Marx'sa, babası da Engels'dir diyorum, ve herkesin de böyle düşünmesi gerektiğini savunuyorum.

  Sonuç olarak, Komünist Manifesto XIX. yy'ın en büyük eseri değil. En kalitelisi hiç değil. Ya da en güzel, en anlamlı, en hoş. Ama yine de en önemlisi. Bu eseri, dünya üzerinde yaşayan her vatandaş okumalı ve öğrenmeli. Komünist Manifesto okunmalı. Das Kapital okunmalı. Nutuk okunmalı. Mein Kampf okunmalı. Bu diyalektik eserleri okumayan bir ''dünya vatandaşı''nın politik ya da siyasi konuşmalar yapması, boşa tükürük tüketmesidir yalnız...

        5/10

24 Kasım 2012 Cumartesi

Fuar Notları



  Yüzyıllık geyikle başlayalım: Çok kalabalık! Eğlenmek ve keyif almak için gittiğiniz bir yerde, bu derece bir kalabalığın olması, hani neredeyse adım başına üç kişinin düşmesi kadar kötü bir şey olamaz. Kaybolan ufacık ilkokul çocukları mı dersiniz, sadece etrafa zarar vermek için gelmiş liseliler mi, çocuklarını kaybeden veliler mi? Büyük bir curcuna var 31. Tüyap Kitap Fuarı'nda. Tıpkı geçen senelerde olduğu gibi...

  Ayrıca son derece uzak bir mevkide. Beylikdüzü, nereden baksanız, şehir merkezine bir buçuk saat uzaklıkta bir mesafede. O kadar uzun bir yolu çekip üzerine bir de fuardaki bu karışıklığı görünce, sinirlerinize hakim olmamanız imkansız. Nitekim sinirine hakim olamayan da pek çok insan var fuarda. Sadece benim gittiğim iki gündeki toplam bulunduğum 5 saatlik zaman diliminde, on beşten fazla kavga ve gürültüye denk geldim. Ancak özellikle perşembe günü saat 2 sularında giriş kapısı önünde yaşanan aşırı büyük kavga, gerçekten böylesi büyük ve güzel bir organizasyona yakışmayan cinstendi. Böylesi güzel bir fuarın, tekrardan olması gerektiği gibi İstanbul'un merkezine, eski yerine, TRT binasının bulunduğu bölgeye gelmesi şart! Hazır TRT binası da boşaltılıyorken..

  Bu kadar kötü yönün ardından, güzel taraflara gelirsek...

  Fuar her zaman olduğu gibi, tüm kitapseverlerin toplandığı, Encümen-i Şuara gibiydi. Normal zamanda bir tane kaliteli kitapsever bulunca sevinçten göklere uçacak insanlardan olan ben, fuarda bu kadar kaliteli kitapseverleri ve okurları görünce sevinçten havalara uçtum tabii. Bulunduğum beş saat içerisinde, en az yirmi çok kaliteli kişiyle yaptığım pek kaliteli kitap sohbetlerinin lezzeti hala damağımda.



  Kitapların ucuz olması, biz kitapseverlerin alacağımız kitaplardan da fazlasını almamızı sağladı şüphesiz. Özellikle arka planda kalan yayınevlerinin yaptığı ve %50-60'a varan indirimler sayesinde, hiç tanımadığım yazarlardan, ilginç kitaplar bile topladım desem yalan olmaz. Genel olarak da indirim fiyatları iyi düzeydeydi. İş Bankası yayınları, NTV yayınları, İthaki, Altın Kitaplar, YKY, Doğan Kitap gibi kalburüstü yayınevleri bile, %30 oranında yaptığı indirimleriyle, biz okuyucularının yüzünde güller açtı. Ancak burada değinmeden geçemeyeceğim bir yayınevi var ki ne kadar kızsak az: Can Yayınları. Can Yayınları her zaman yaptığı gibi, okur kitlesini keriz yerine koymuş ve sadece %20'lik bir indirime gitmeyi ''uygun görmüş.'' Ayrıca kendini beğenmiş stant görevlileri de cabası! Can Yayınlarının bu politikasından bir an evvel vazgeçmesi ve kitap fuarında, tıpkı diğer yayınevleri gibi yüksek oranlı indirimlere gitmesi bir zorunluluk.

  Tüyap'tan bir klasiği yerine getirmeden çıkamazdım hiç şüphesiz: Bol bol kitap ayracı toplamak! Sonunda kendimi eve attığımda, 75'i aşkın kitap ayracına sahip olduğumu gördüm. Bunlar da kitaplığımın en muhtelif yerine kuruldular tabii ki.

  Her şeyden öte, bu sene de iyisiyle-kötüsüyle güzel bir fuardı ''31. TÜYAP Kitap ve Kültür Fuarı''. Keyif veren ve kaliteli insanlarla tanıştıran, eve dönüldüğünde, insanların yüzüne hoş bir gülümseme konduran, kaliteli kitaplara sahip olunmasını sağlayan, bol bol kitap almaya sizi teşvik eden, sizi mutlu eden...




   Aldığım Kitaplar


  • Lev Tolstoy - Savaş ve Barış - Can Yayınları
  • Lev Tolstoy - Sivastopol - İş Bankası Yayınları
  • Platon - Gorgias - İş Bankası Yayınları
  • Agatha Christie - Roger Ackroyd Cinayeti - Altın Kitaplar
  • Agatha Christie - İskemlede Beş Ceset - Altın Kitaplar
  • Agatha Christie - Acı Kahve - Altın Kitaplar
  • Fyodor Dostoyevski - Tatsız bir Olay - Can Yayınları
  • Emile Zola - Suçluyorum - Can Yayınları
  • Scott Fitzgerald - Muhteşem Gatsby - Everest Yayınları
  • David Mitchell - Bulut Atlası - Doğan Kitap

10 Kasım 2012 Cumartesi

Dostoyevski'nin Yeraltından... ''Yeraltından Notlar''



  Dostoyevski'nin çoğu eserinde kullandığı dil olan "sürprizin" bu kitabında kullanılmaması, normal olarak çoğunluk diye bir köşeye ittiğimiz kitaplarından ayrılmaktadır. Bir köşeye ittiğimiz dediğim kitaplarını daha alçak gördüğümden değil ama, o dili kazanması ya da o dile geçiş yapmasını sağlayan kitap, bu kitaptır. Bu kitabın ardından suç ve ceza gelmiştir, bu kitabın ardından ecinniler, budala, karamazov kardeşler, gelmiştir. bir miltattır, bir geçiş kitabıdır Dostoyevski için. Ne ölüler evinden anılar'a, ne Ezilmiş ve Aşağılanmışlar'a, ne de İnsancıklar'a benzemektedir. Varoluşçuluğun bir temsil kitabı olduğu söylenmektedir. Ama yadsınamaz bir gerçek ki, nihilizmin ve daha sonra varacağı mutlak hıristiyanlığın (Tolstoy'un anlayışından uzak) ve onun felsefesinin de bir temelidir bu kitap. Aslında sadece bir roman olarak incelediğimizde, edebiyat alanı içerisinde değerlendirdiğimizde, zevk almaktan öte, insanı sıkma potansiyeli bile taşır. Uzun ve gereksiz diyaloglar, karşısındaki kişinin içini okuyan karakterler, kızılmayacak sözlere kızmak... Ama bu sadece edebiyat sahası içerisinde değerlendirince ortaya çıkan sonuçtur. Felsefik bir takım ögeler yükleyip, ona bağlı olarak okunduğunda ise, o gereksiz diyaloglar diye bahsettiğimiz raddede, önemli nüanslar, karşısındaki kişinin içini okuyan karakterlerin, anlamazlıktan gelme davranışları ardında, olması gereken bir arkaplan ve bu ikinci değerlendirmenin bize getirdiği son ihtiyaç ile de, neden kızıldığının göstergesi ortaya çıkmaktadır. Dostoyevski öyle bir yazardır ki, bize ne sadece edebiyat, ne de sadece felsefi açıdan değerlendirme hakkı tanımaktadır.

  İlk bölümde, yani "yeraltı" adı verilen bölümde, kendince neyin, ne olduğuna dair bilgiler verir.Felsefi enfrastrüktür ilişkisini kurar. İradenin önemsizliğinden, her şeyin cetvel ve analitik ya da geometri ile belirlendiği yerde maceranın gereksizliğinden, heyecanın yitip gittiğinden bahseder. "İş cetvelle aritmetiğe dayanınca, iki kere iki yalnızca dört ediyorsa, iradenin lafı mı kalır! iki kere iki, iradem karışmasa da dört edecek. irade bu mudur!" diyerek konuyu özetler. Her şeyin, her olayın bu şekilde çözüldüğünü veya çözülebileceğini söyleyenlere ise, yaşamanın ya da heyecanın bir öneminin kalmadığını bildirerek sahneden çekilir. Sıradan bir insan olma arzusu taşır, zeki bir insanın ya da her bir olayı anlama kapasitesine sahip insanın sıkıcılığından ve sıradan insanın karşısındaki durumundan bahseder. Sıradan insan karşısında, zeki insanın bir fareden ibaret olduğunu söyler. İlk bölüm bu tarz anlatılar eşliğinde son bulur.



İkinci bölüm ise, yani "notlar" bölümü ise, ilk bölüme göre yaşayışın bir tezahürünü ortaya koymaktadır. Zeki ya da anlama yeteneği üst sınırlarda olan insanın, sıradan insan ve ilişkiler karşısında nasıl da madara olduğundan, onun kimsenin nezdinde arkadaş yerine bile konmamasından bahseder. "Yeraltında yaşayan kişinin", normal yaşama ayak uyduramayıp, her olayı nasıl da yanlış değerlendirdiğinden söz eder. İlk bölümün edebi ya da somut gölgesini düşürür.

  Arkadaşlar ve onlarla birlikte hareket etme, aralarına girme gayesi ve bir kadın... Tabii ki bir Dostoyevski eseri, böyle değerlendirilemez. Tabii ki bu kalıplar içerisine sokulamaz, ama ben kendimi bu esere böyle bir nitelik kazandırmaktan alamıyorum.

  Bir yandan, bitmeyen yalnızlığa, gelişen yalnızlığa, diye şiirler okurken, bir yandan da onu doğrulayacak bir roman okumak gerçekten çok etkileyici olmaktadır. İşte böylesi bir durumda, "notlar" bölümünde "gelişen yalnızlığı" okuduğumda, kendimi tamamlamış buldum. En azından duygusal olarak ve o an içerisinde tamamlandığımı hissettim. Yalnızlığın verdiği acıyı, yalnızlığın verdiği güzelliği anladım. Bu noktadan sonra varoluşçuluk denizinde o kıyıdan bu kıyıya sürüklendim. Sıkmayan tek geveze, denizdir, diyen yazar aklıma geldi. bir selam da ona yolladım. Umutsuzluğa sürüklendim, nasıl da çaresiz olduğumuzu gördüm. Ama artık umut etmenin değil umutsuzluğu düşlemenin daha mantıklı olduğunu anladım. Hem çok zamandır umutla yaşayıp, umutsuzluğun ne demek olduğunu unutmuştum. Güzel oldu, hatırladım ve doğru yolu buldum. Hiç farketmez, herhangi bir hedefe ulaşmaktaki en önemli yol, ilk başta onu kaybetmektir, gibi vecizeler ürettim.

  Arkadaşlar, dedik ve bir kadın. bunların nasıl da insanı rastgele kendini kanıtlama çabası içerisine soktuğundan söz etmedik. Aslında bunlardan konuşmak benim harcım olmasa da, boyumu aşan sulara atlamaktan da vazgeçecek değilim. Bu romanda arkadaşlık ilişkileri, gerçekten tamamen gereksiz olarak değerlendirilmiştir. Onların içerisine çıkıp, hiç de soylu olmayan ya da felsefi içeriği olmayan tartışmalar yapmak, bir "yeraltı" insanının en başta şanına aykırıdır.En azından benliğini sorgulayışında sürekli bu saçmalıklar aklına geleceği için, bu tarz sığ muhabbetlerden kaçınmak ve bunun içinde insanlardan kaçınmak gereklidir. Her düşüncede olduğu gibi, dimağda kabul gören bu anlayış, hayatın kendisinde bir karşılık bulamamıştır. Arkadaşlara, insanlara ihtiyaç duyulmuş, onlarla olup, konuşulmak istenmiş ve bu nokta da, yani düşüncelere ihanet edilmesi noktasında, "yeraltında" yaşayan kişinin felaketi başlamıştır. Onlara dahil olmak istemiş, yanlarında olabilmiş ama içlerine girememiş bir insanın portresi anlatılmıştır, "notlar" bölümünde. İçini sarhoşluk ile kin ve intikam duygusu sarmıştır. Sarhoşluk, hiçbir alkolün veremeyeceği düzeyde bir serkeşlik yaratmıştır. Bu asiliğin karşılığında, aşağışlanmış, düello tekfili bile üstünde düşünülecek bir olay olarak karşılanmamıştır. İşte tüm bu edimler doğrultusunda, sarhoşluk daha da yoğunlaşmış, garaz hissi artmış ve neler yapılacağı düşünülmüştür. En nihatinde kadınlara giden arkadaşlarının peşinden gitmiş, onları bulamamış ve bir kadın üzerinden intikamını almaya çalışmıştır. Tüm kinini oradaki kadına kusmayı denemiştir. Kinine mazhar olan kişiler değişmiş, ancak içindeki duygular daha da farklılaşarak, bir hoşlanmaya doğru gidecek şekilde tahavvül etmiştir.

  Aslında yukarda dediğim gibi, konunun pek bir önemi yoktur bu romanda. Bu romanı okumanın zevki, tadı başkadır. Aynı eşeğin gölgesi davası gibi, aynı yabancı ve düşüş gibi güzel bir kitaptır. Bana kalırsa bu saydıklarımdan belki yabancı'dan üstün olabilir ama diğer ikisinden bir kalibre daha düşüktür. Hülasa güzel bir kitaptır. Okumak isteyenler, en başta Nihal Yalaza Taluy çevirilerini incelesinler. Daha sonra Mehmet Özgül, Ahmet Ekeş ile devam edebilirler. Bu çevirmenlerin bulunamadığı zaman Serpil Demirci istemeye istemeye önerilir ama sakın bunlardan başka çevirmenlerden okumayın, diyerek sahneden çekilirim.


Altı Çizilesi

  • Hastalıklı biriyim ben...
  • Zeki insalar önemli biri yapamazlar,yaparlarsa aptaldırlar gibi bir yanılgı ile geçiyor günlerim.
  • Becerikli ve iradeli biri, aynı zamanda aptaldır.
  • Anlamak ağır bir hastalıktır, üstelik tam anlamak gerçek bir hastalıktır.
  • Orta derecede bir insanın karşıtının, kevirgeden geçirilmiş anlayışlı kişinin normal insanı görünce duraklaması, o denli kendini seviyor olmasına rağmen bilerek ve isteyerek ve hatta tat alara sıçan olmayı seçmesidir.
  • Doğa yasaları benim istençlerime ve hislerime göre değilse bana ne matamatikten, bilimden. Duvarı yıkamayacaksam eninde sonunda deleceğim diye kendimi paralamam tabii; fakat yılmasına gücümün yetmeyeceği bir duvara da önümde görmek istemem.
  • İnsan adalet tecelli etsin diye öç alır derler. Sebep ortada; adalet. Öyleyse şimdi gönül rahatlığı ile öç alınabilir. Oysa ben ortada alalet ya da erdem göremediğim için sırf huzursuz olduğum için öç alırım. Huzursuzluğum beni huysuz biri yapar.
  • İnsanoğlu her zaman, her çağda, her yerde, her koşulda akıl mantığının ve hatta çıkarlarının gerektirdiği gibi değil, gönlü nasıl istemişsse öyle davranmıştır.

                                                                KÜNYE



Kitap İsmi: Yeraltından Notlar
Yazar: Fyodor Mihayleviç Dostoyevski
Yayın Yılı: 2009
Yayınevi: Can Yayınları                                   8/10
Sayfa Sayısı: 150
Baskı: VIII. Baskı

3 Kasım 2012 Cumartesi

Fısıldıyarak bile depremler yaratıyor... ''Tersi ve Yüzü''




  "Albert Camus"nun ilk ve birçoklarınca "en iyi eseri" olarak tanımlanan kitabı. Türkçesi "Can Yayınları"dan çıkmış. Türkçe çevirisi "Tahsin Yücel"e ait.

  Albert Camus'nun daha yirmi iki yaşındayken yazdığı ve ünlü olmadığı zamanların birinde bastırdığı bu kitap, Albert Camus'ya göre "son derece yavan"dır. ancak, birçok eleştirmene ve yine Camus'nun yakın dostlarına göre; "Albert Camus'nun en iyi eseri"dir. "İyidir - iyi değildir" tartışmaları bu kitapla ilgili en çok konuşulan şeylerden biridir. öyle ki; Camus bile bununla ilgili bir şeyler söylemek zorunda hissetmiştir kendini. Bununla alâkalı olarak, kitabın önsözünde Camus şöyle der: "Brice Parain, sık sık, yazdıklarımın en iyisini bu küçük kitabın içerdiğini ileri sürer. Brice aldanıyor. (...) Hayır, aldanıyor, çünkü, deha bir yana, insan yirmi iki yaşında yazı yazmasını pek bilmez.". Hemen sonrasında da Camus, şöyle devam eder: "Ama sanatın bilgin düşmanı ve acımanın filozofu olarak Parain'in söylemek istediğini anlıyorum. Bu acemice sayfalarda, sonradan yazdıklarımdakinden daha çok gerçek aşk bulunduğunu söylemek istiyor, haksız da değil.".



  Camus'ya burada hak vermemek elde değil: kitap gerçekten çok özel bir kitap değil. Acemice yazıldığı çok belli. fikirler birbirlerinin içine geçmiş ve birçoğu daha doğru dürüst tamamlanmadan diğeri başlıyor. Karman çorman fikirler yumağı gibi duruyor kitapta söylenenler; her şey aşırı şekilde düzensiz. Sakin bir kafa ile okunmadığı sürece kavranmıyor. "Anlatıcı"lar biterken araya müdahâleler giriyor. "Müdahale"ler biterken araya başka bir fikir giriyor... Toplaması zahmet istiyor. Karmaşıklık kitapta gırla.

  Bunun yanında bir de "Tahsin Yücel"in çevirisi olunca hepten kafa allak bullak oluyor. Fransız Hükümetinden en büyük devlet nişanını alsa da, "Tahsin Yücel"in Türkçesinden bir kitap okumak gerçekten sabır istiyor. Fransızcadan çevirdiği cümleler Türkçe değil daha çok Fransızca kalmış gibi duruyor. Cümle yapısı bile Fransızcadan esinlenerek bırakılmış neredeyse; o kadar özensiz! Zamanların uyumsuzluğu hat safhada. "Geçmiş zamanın hikâyesi"nden bahsederken "geniş zaman"a geçiliyor. "Geniş zaman"dan bahsedilirken "gelecek zaman"a... Cümlelerin başıyla sonu aynı zaman içermiyor; özne-yüklem uyumsuzlukları ayyuka çıkmış. Her şey inanılmaz özensiz ve dağınık. Her biri de göze acayip batıyor ve acayip rahatsız ediyor.



  Uzun lafın kısası, "Albert Camus"nun zaten acemilik yıllarında yazdığı ve fikirlerin birbiri içinde kaybolduğu bir eserin "Tahsin Yücel" çevirisiyle okunması iç yaralayıcı. Ne kitap size zevk verebiliyor bu noktada, ne de çeviri. İkisi de birbiri içinde eriyip gidiyor. Bu noktada "Albert Camus"ya hak vermek durumundayım: "Gerçekten insan yirmi ikisinde yazmasını çok iyi biliyor ama cümleleri bağlamasını pek bilmiyormuş!".

  Kitabın genelinde hâkim olan acemilik bir yana, kitaptaki düşünceler ve saflık gerçekten takdire şâyân. Hemen her şeyin somutlaştırılması ve mükemmel kelime-cümle oyunları, insanı kendine hayran bırakıyor.



 Altı Çizilesi

  • Yine de, evet, onura gereksinimim var, çünkü ondan vazgeçecek kadar büyük değilim.
  • Ama yaşam umudu yeniden doğmayagörsün, insanoğlunun çıkarları karşısında tanrı'nın bir ağırlığı yoktur. 
  • Bunun bir nedeni de yaşlı kadının sevgiyi hak gibi istenecek bir şey sanmasıydı. İyi aile anası bilincinden bir tür katılık, hoşgörüsüzlük çıkarırdı. 
  • Cennetlerin yalnızca yitirilmiş cennetler olduğu doğruysa, bugün içimden çıkmayan şu hoş ve insandışı şeyi nasıl adlandırmalıyım, bilmiyorum. bir göçmen yurduna döner. Bense, anımsıyorum.
  •  Basitlik sözcüğünün tehlikeli bir niteliği var. Ve ben bu gece yaşamın belirli bir saydamlığı karşısında artık hiçbir şeyin önemi kalmadığı için ölmek istenebilmesini anlıyorum. Bir insan acı çeker, mutsuzluk üstüne mutsuzluğa uğrar. Katlanır bunlara, yazgısını benimser, iyice yerleşir içine. Saygı görür. Sonra, bir akşam, hiç: bir zamanlar çok sevdiği bir dostuna rastlar. Dostu biraz dalgın konuşur onunla. Evine dönünce, adam kendinin öldürür. Sonra gizli dertlerden, bilinmeyen dramdan söz edilir. Hayır. İlle de bir neden gerekirse, dostu kendisiyle dalgın konuştuğu için öldürmüştür adam kendini. Böyle işte, dünyanın derin anlamını duyar gibi olduğum her seferde, onun basitliği şaşırttı hep beni. 
  • O zaman bana doğru yükselen şeyin daha güzel günlerin umudu değil, her şey ve kendi kendim karşısında durgun ve ilkel bir ilgisizlik olduğu da gerçek. Ama bu fazlasıyla yumuşak, fazlasıyla kolay eğriyi kırmak gerekir. Sonra açık görüşlülüğe gereksinimim var. Evet, her şey basit. İnsanlar karıştırıyor işleri. Masal anlatmasınlar bize. Ölüm mahkûmu için 'topluma borcunu ödeyecek,' demesinler, 'kafası kesilecek,' desinler. Hiç önemli değilmiş gibi görünüyor. Ama ufak bir ayrım var arada. Hem sonra, yazgılarının gözünün içine bakmayı yeğ tutan insanlar da vardır.

                                                               KÜNYE


Kitap İsmi: Tersi ve Yüzü
Yazar: Albert Camus
Yayın Yılı: 1998
Yayınevi: Can Yayınları                                    6/10
Sayfa Sayısı: 87
Baskı: V.Baskı

30 Ekim 2012 Salı

Goethe'nin Kaleminden ''Genç Werther'in Acıları''


   Teknik açıdan kusursuz, ancak yine de romantik. İşte karşınızda geçen milenyumun en abartılmış eserlerinden bir tanesi!..

  Büyük Alman yazar Johann Wolfgang von Goethe'nin eseri ''Genç Werther'in Acıları''nı sevemedim bir türlü. Bunda romantizmi sevmememin büyük etkisi var evet, ancak sadece bu kadarla mı sınırlı? Bunda kitabın koftiden mesajlarının, aşırı ağlak halinin ve gerçek yaşamdan soyutlanmış baş karakterinin hiç mi etkisi yok yani?

  Öncelikle bahsetmek gerekir ki, Werther'in yaşadığı dram çok da olağanüstü bir durum değil. O yılların en klasik aşk acılarından birisini yaşayan Werther'in yaşadığı buhran ve iç bunalımları, allayıp pullayarak okuyucuya sunmak, Goethe'nin kaçtığı bir kolaylık gibi geliyor bana. Yazarın bu romanı 3 ayda yazdığını biliyordunuz değil mi? Peki ya romanı yazma amacını? Kısaca bahsetmek gerekirse, 1771 yılında tıpkı Werther gibi bir baloda tanıştığı Charlotte Buff'a olan aşkı karşılıksız kalınca, intiharın eşiğine gelen Goethe, intihar fikrinden cayabilmek için bu romanı kaleme alıyor ve başkahramanını da romanın sonunda öldürerek zihni bir tatmin yaşıyor. Yani tamamen edebi kaygılarla yazıldığı söylenemeyecek bir roman ''Genç Werther'in Acıları''.



  O dönemin en şehvetli ve utandıran hareketleri, günümüzde çok masumane kaçıyor, ''günümüz okuyucusuna'' ilginç gelmiyor, gelemiyor daha doğrusu. ''Mektup-Kitap'' tarzına da bir türlü ısınamayan bir insan olduğumdan, eser bir-sıfır yenik başladı zaten benim için. Ve maalesef ki attığı goller, yediklerinden hep bir azdı. Dostoyevski gibi çok sevdiğim bir yazarın büyük eseri ''İnsancıklar''ı bile, bu sebeple beğenmemiş birisi olarak, eserin beni yer yer sıktığını söylemeliyim.

  Kendini yeni çağa taşıyamamış, bir anlamda yenileyememiş bir roman bu, çağımıza ayak uyduramıyor ne yazıktır ki. Bazı eserler vardır, her dönem tazeliklerini korurlar. Kafka'nın ''Der Process''i, ya da Camus'nun ''Yabancı''sı gibi. Bu kitap onlardan birisi değil maalesef.

  Son bir not, Faust gibi bir karakter şaheseri yaratmış bir müthiş yazarın, Werther'e başvurması ironi değil de nedir?


Altı Çizilesi

  • Acının insanlarla paylaşıldığı takdirde azalacağı konusunda kuşkusuz haklısın, değerli dostum, keşke insanlar-niçin böyle olduklarını ancak tanrı bilir!- geçip giden şimdiyi yaşamak yerine, geçmişte kalan bir sıkıntının hatıralarını anımsamak için hayal gücünü bu kadar zorlamasalar.
  • Çoğunluğu zamanın büyük bir bölümünü yaşamak için kullanıyor,geriye kalanı ise, özgür oldukları küçük zaman diliminden öyle korkuyor ki, ondan kurtulmanın her türlü yolunu deniyor. işte insanın değişmez yazgısı..
  • Tanrının bize her gün sunduğu güzel şeylerin tadını çıkaracak kadar kalbimizin kapıları açık olursa, başımıza gelen kötü şeylere katlanacak gücümüz olur.
  • Tembellik neyse keyifsizlik de odur, tembelliğin bir türüdür. Doğamızın buna eğilimi var, ancak toparlanma gücünü bulursak kolaylıkla çalışmamız mümkün olur, gerçek hazzı elde etmenin yolu çalışmaktan geçer.
  • Burada olumsuz duygulardan bahsediyoruz, herkesin kurtulmak isteyeceği duygulardan; kimse denemeden gücünün sınırlarını bilemez.
  • Dışa vurduğu ufak sevinçleri elinden almak için, bir insana baskı yapanlara yazıklar olsun. ne dünyanın tüm armağanları, ne de tüm lütufları, başımızdaki despotun kıskanç sıkıntısının bize zehir ettiği bir anlık neşenin yerini tutar.
  • Gerçi dünyadaki bütün işler değersiz, başkaları istiyor diye kendi tutkusunu, kendi gereksinimini dikkate almadan para, onur ve başka şeyler uğruna kendini yiyip bitiren insan her zaman budalanın biridir.

                                                                 KÜNYE



   
Kitap İsmi: Genç Werther'in Acıları
Yazar: Johann Wolfgang von Goethe
Yayın Yılı: 2007
Yayınevi: Can Yayınları                                   5/10
Sayfa Sayısı: 159
Baskı: XI. Baskı
 

29 Ekim 2012 Pazartesi

Anthony Burgess'in Tuhaf Hikayesi


  İngiliz romancı, besteci, eleştirmen.
 
  1959 yılında Burgess'e ameliyat edilemez bir beyin tümörü tanısı kondu ve bir yıldan az bir ömür biçildi. İlk karısı Lynne'in geçimini sağlamaya kararlı olan Burgess öfkeyle masaya oturup 12 ay içinde beş buçuk roman yazdıktan sonra teşhisin yanlış olduğu anlaşıldı. Bu arada artık tanınan bir yazar olmuştu...

   50'den fazla roman ve hikaye yazdı. Günümüzde, XX. yy'ın büyük İngiliz yazarlarından birisi olarak anılıyor.

27 Ekim 2012 Cumartesi

Gece / Pavese


Ama rüzgarlı gece, berrak gece
belleğin belli belirsiz anımsadığı, uzaktır
bir anıdır. Yitmiş şaşkın bir sakinlik
o da yapraklardan ve hiçlikten oluşmuş. Hiçbir şey
kalmıyor
anıların ötesindeki o zamandan, belli belirsiz
bir anımsama dışında

Kimi zaman geri dönüyor güne
yaz gününün kıpırtısız ışığına
o uzak şaşkınlık

Boş pencereden
çocuk diri ve koyu tepelerdeki geceye bakardı
ve şaşırırdı tepeleri üst üste yığılmış görmekten
belirsiz ve berrak devinimsizlik. Karanlıkta hışırdayan
yapraklar arasında, tepeler belirdi
orada güne ait her şey, kıyılar
ve ağaçlar ve üzümbağları apaçık ölüydü
ve yaşam bir başka yaşamdı, rüzgardan, gökyüzünden
yapraklardan ve hiçlikten

Kimi zaman geri dönüyor
günün kıpırtısız sakinliğinde anısı
o yoğun yaşamın, şaşın ışıkta...

25 Ekim 2012 Perşembe

Geride kalmayı hak etmeyen bir kitap ''Bir İdam Mahkumunun Son Günü''


  Victor Hugo, XIX. yüzyıl edebiyatının en büyük yazarlarından birisi kuşkusuz. ''Les Miserables'', ''Notre Dame de Paris'' gibi başyapıtları sadece Fransız edebiyatının değil, Dünya edebiyatının en büyük başyapıtlarından birkaçı. Romantizm akımının da öncüsü aynı zamanda. Ölümünden sonra, resmi tören ve milli yas ilan edilmiş bir yazar. Böylesine büyük bir sanatçının, henüz sadece 26 yaşındayken yazdığı ''Bir idam mahkumunun son günü'' gibi büyük bir eser çıkartmış olmasına şaşmamalı.

  İsimsiz bir başkahramanı öyküsünün merkezine koyuyor Hugo. Okuyan herkes kendisini onun yerine koyabilsin diye... Ve bu kahramanın yaşadığı yargılama sürecine tanık ediyor bizleri eserinin başlarında. İşlediği cinayet yüzünden yargılanan kahramanımızın aldığı trajik ceza sonrası, yaşadığı iç hesaplaşmayı gözler önüne seriyor. Ancak taraflı bir yaklaşımda bulunduğu da şüphesiz. İdam Mahkumuna o kadar masum gözlerle bakıyor ki Hugo, işlediği suçu önemsemiyor bile. Greve Meydanında gördüğü idamlar onu çok etkilemiş olmalı.

  Victor Hugo bir soru ile sarsar okuru: ölüme hazırlıklı olunur mu? Romanın birkaç yerinde bu soruya döndüğünü görürüz. İdam tarihini hatta saatini bilen kişinin, bu bilgiyi edindikten sonra yaşadığı söylenebilir mi? insan bundan sonra kalan günleri normal duygularla, normal bellekle yaşayabilir mi?



 Bu romandan sonra yazdığı bir makalede Hugo bu eserinde aslında geçmişi sorguladığını açıklar: “Geçmişin toplumsal yapısı üç sütun üstüne kuruluydu: rahip, kral, cellât. Uzun zaman önce bir ses şöyle demişti: ‘Tanrılar çekip gitsin!’ Son olarak da başka bir ses yükseldi ve şöyle bağırdı: ‘Krallar çekip gitsin!’ Şimdi zamanı artık, üçüncü bir sesin yükselip şöyle demesinin: ‘Cellâtlar çekip gitsin!’ Böylece eski toplum parça parça dökülecek: böylece Tanrı’nın takdiri geçmişin çöküşünü tamamlayacaktır.”

 Hugo’nun bu sözlerinin değerini anlamak için, yaşadığı döneme göz atmak gerekir. 1789 devrimi sonrası, sosyal sınıfların altüst olduğu bir Fransa’da doğmuştu Hugo. Napoleon ordularında subay olan babası, o daha dokuz yaşındayken general unvanı almıştı. Hugo’nun kişisel gelişmesine baktığımızda, bir yanda kralcı geleneği, öte yanda da devrim ideallerine inanan bir neslin çocuğu olduğunu görürüz.

 Ortaçağdan çıkan Avrupa’da, kilise Aydınlık çağında mutlak hâkimiyetini yitirmişti. Hugo rahip, kral ve cellât üçlemesinin ilkinde yeniçağın başarısını dile getiriyordu. İkinci temel olarak gördüğü krallık ise Fransız ihtilali ile sona ermişti. Şimdi gözlerini geleceğe ayarlamış bir nesil olarak, devrim sonrası dünyada keşmekeş yerine, özgürlüğün temel alındığı insanca yaşam hayal ediyordu.

 “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü” eserinde, toplumun ilk ikisinden kurtulmasının yetersiz olduğu açıkça görünüyor. Ölüm bir sahne gösterisi iken, ne kardeşlik, ne de eşitlikten söz edilebilir. Hugo’ya göre uygarlık, birbirini izleyen bir dönüşümler dizisidir. Ceza konusuna uygarca bakmadıkça, uygarlığın önemli bir ayağı eksik kalacaktır.

 “Bir İdam Mahkûmu”nun, yapısal açıdan çok tutarlı bir bütünlüğe sahip olduğunu söyleyebiliriz. Romanın anlatıcısı, idama mahkûm edilen kişinin ta kendisidir. Ölüm tarihini beş hafta önce öğrendiğini söyleyerek başlar anlatısına. Bunu öğrendiğinden beri, bu bilginin ağırlığı altında ezildiğini de, yine hemen ilk satırlarda, söyler.

 Roman boyunca idam mahkûmunun ne adını öğreniriz, ne de işlediği suçun ne olduğunu. Victor Hugo özellikle okuru yargıç rolüne koymak istemez. Okur, kahramanın cezayı hak edip etmediğini sorgulamak durumunda kalmaz bu anlatıda, aksine bizim ilgimizi çeken cezanın – her ne koşulda olursa olsun – uygarlık dışı oluşudur.

 Romanın doruk noktasında yer alan bir sahne, mahkûmun kendinden önce giyotine gidenlerin bekletildiği hücreye konduğu sahnedir. Burada daha önce kalmış kişilerin duvarlara attıkları imzalar ve tarihler, gerçekten ürperticidir. Aralarında babasını, kardeşini öldürmüş olanlar vardır, yazar onlara sempati duymamızı beklemez; ancak kimsenin ölümüne neden olmamış olan (en az) bir mahkûmun olması, bakışımızı esnekleştirir.

 Hugo duygularımızla ikilemler yaratır roman boyunca. Bir yanda bekleyen cellât imgesini roman boyunca canlı tutar ama öte yanda sıcacık ağustos güneşi, hapishanenin taşlarına yumuşak ışığını vurur, duvarlardaki çatlaklar arasında yaşamın sürdüğünü, fışkırıp çıkan minik kır çiçekleri anımsatırlar. Bu anlatıda hiçbir şey sadece siyah ya da sadece beyaz değildir. Hiç kimsenin sadece suçlu ya da masum olmadığı gibi.



 Mahkûmun ölüme gidişinde de dramatik değişimler yer alır (bunlar kuşkusuz romanın çarpıcı etkisini güçlendirir.) Mahkûm, mahkemede cezasına karar verilirken, kürek mahkûmu olması için direnen savunma avukatını sert biçimde durdurur: “yüksek sesle haykırarak yinelemek istiyordum! Yüz kez ölmeyi tercih ederim!” Mahkûmun bu düşüncesinin romanın sonuna kadar aynı kalmadığı izlenimini ediniyoruz. Hapishaneye getirilen kürek mahkûmlarının yaşam dolu davranışlarını onda hiç görmüyoruz. Ayrıca ilerleyen sayfalarda, ölüm, tüm cesaretini açık bir biçimde kırıyor.

 Hugo, roman kahramanının tüm yüzleriyle görünmesini sağlıyor. Ölüm karşısında kahramanca duran bir şövalye değil o, aksine çok sıradan bir insan. Geride bıraktığı annesi, karısı ve en çok da küçük kızı için endişeleniyor. Endişelerinde de ikilem hissediyoruz. Annesinin neyse ki, bu acıyla fazla yaşamayacağını söylerken sanki derin bir rahatlama nefesi alıyor. Karısının da nazik sağlığının bu acıya dayanamayacak olması yine onu rahatlatan bir neden gibi görünüyor. Onların acı çekmesini düşünmek bile çok ağır bir yük mahkûm için. Bir de tabii henüz olayları anlayamayacak yaşta olan kızı var, işte konu kızına geldiğinde hiç gücü kalmadığını hissediyor. En büyük acıyı ve suçluluk duygusunu kuşkusuz kızını düşününce hissediyor.

 Victor Hugo 1800’lerin başlarında gerçek anlamda uygarlığın ne olduğu sorusunu en ince noktalarıyla irdelemiş bu eserinde. Aradan geçen iki yüz sene, bu konuda fazla yol almadığımızı gösteriyor. Hugo’nun satırlarını okurken, ister istemez akla askeri hapishane olarak kullanılan  ''Guatanamo'' geliyor. Uluslar arası Af Örgütü ve Birleşmiş Milletler raporlarında 21. yüzyılın yüzkarası olarak adlandırılan bu hapishane, aradan geçen yüzyılların insanlık açısından çok bir şeylerin değişmemiş olduğunu kanıtlıyor adeta.



Altı Çizilesi

  • İnsanlar..Bütün insanlar, günü meçhul bir infaza mahkumdurlar.
  • Mezarın kapısı, içerden açılamaz.
  • Gotumsu, Vizigotumsu, Ostrgotumsu bir şeyler...

                                                               KÜNYE


Kitap İsmi: Bir idam mahkumunun son günü
Yazar: Victor Hugo
Yayın Yılı: 1999
Yayınevi: Can Yayınları                                 6/10
Sayfa Sayısı: 151
Baskı: XI. Baskı

19 Ekim 2012 Cuma

Bir Peri Masalı ''Hayvan Çiftliği''




  -Dikkat!Yazı sürprizbozan içerir.-

  Kitapların benim deyimimle art niyetlerinin daha rahat anlaşılabilmesi ve saptamaların kurguyu doğru hedeften vurabilmesi için her zaman yazarlarının biyografilerinin de göz önünde bulundurulması gerektiğini düşünmüşümdür. Bu bağlamdan baktığımızda george orwell ’in ideolojik duruşu ve bu duruştaki değişimler-gelişimler hayvan çiftliği’ne kuşkusuz yansımıştır. Orwell, gençliğinde ingiliz sömürgesi altındaki burma’da polis teşkilatında görev yapmış, emperyalizm üzerine görüşleri burada filizlenmiştir. Daha sonra döndüğü ingiltere ve sonrasında da fransa’da alt sınıf işlerde çalışmış, bu dönemde proletaryayı gözlemlemiştir. Aslen bir muhabir olarak gittiği ispanya’da marksist birleşik işçi partisi’ne(poum ) katılmış hem faşist franco yanlılarına hem de komünist stalin yanlılarına karşı savaşmıştır. Hayvan çiftliği’ndeki satirik alegorilerin hepsini bu bilgilerin ışığında değerlendirebiliriz.

  Öncelikle hayvan çiftliği’ni yalnızca stalin ve rus devrimi karşıtı bir kitap olarak göremeyeceğimizi belirtmek isterim. Eğer böyle yaparsak kitabı komünizm karşıtı bir propaganda oyuncağı olarak gören ve örgün öğretime bu amaçla yerleştiren amerikan siyasetinden bir adım daha ileri gidememiş oluruz. Hayvan çiftliği açık bir biçimde sömürü, emperyalizm, kapitalizm ve stalinizm-reel sosyalizm eleştirisidir.



  Öykünün başlangıcında koca reis adında kır bir erkek domuz tüm hayvanları toplayarak bir konuşma yapar. Yoksulluktan, kölelikten ve adaletsizlikten bahsederek, çözümün ayaklanma olduğunu söyler. Ne zaman gerçekleşir bilemem, bir hafta da olabilir bir yüzyıl da ama hak er geç yerini bulacaktır der. Ayaklanmadan sonra hayvanların insanlara benzememesi gerektiği, hiçbir hayvanın kendi türüne zorbalık etmemesi gerektiği ve tüm hayvanların eşit olduğunu söyler.Bir süre sonra da devrimi göremeden ölür, ve ayaklanmadan sonra hayvanlar kafatasını törenlerde selamlamak için kullanırlar. Koca reis şüphesiz Karl Marx ’tır. Devrimi öngörmüştür ama yaşayamamıştır. Kafatasının selamlanması ise muhtemelen Marx’ın portrelerine yapılan bir göndermedir.

  Ayaklanmadan(devrimden) sonra hayvanlar 7 emir adlı bir kurallar listesi oluşturlar. Bu aslında 7 maddelik bir anayasadır;
1. iki ayak üstünde yürüyen herkesi düşman bileceksin.
2. dört ayak üzerinde yürüyen ya da kanatları olan herkesi dost bileceksin.
3. hiçbir hayvan giysi giymeyecek.
4. hiçbir hayvan yatakta yatmayacak.
5. hiçbir hayvan içki içmeyecek.
6. hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldürmeyecek.
7. bütün hayvanlar eşittir.
  Bu 7 emir domuzların çıkarları doğrultusunda zamanla değişecektir.

  Napoleon’un ilk baştan çıkışı ineklerin verdiği sütle olur. Süt hayvanların hiçbiri için olmazsa olmaz bir besin değildir. Hatta bir an Napoleon ile inekler arasında bu süt ile ne yapılabileceği tartışılır. hiçbir şey bulunamaz ve ardından tavuklar Jones’un arada bir yemlerine süt kattığını söyleyerek sütü kullanabileceklerini belirtirler. O anda Napoleon’un benliğini açgözlülük bürüyerek tartışmayı savuşturur ve hayvanları tarlaya gönderir. Hayvanlar döndüğünde ise napoleon sütü domuzların içmesi için almış ve diğer hayvanlara hiçbir zaman vermemiştir. Benzer bir durum çiftlikteki ağaçlardan elma hasadı alınması ile de gerçekleşir. Bu durum yerleşik toplumların tarım tekniklerini geliştirip artı ürün elde etmelerinde görüldüğü gibi üretimin üst sınıflar tarafından ele geçirilmesi ile benzerdir. Bu olaydan itibaren hikayedeki kardeşlik, yoldaşlık kavramları ortadan kalkmaya ve ezen ezilen, yöneten yönetilen ilişkisine dayanan bir çıkar ilişkisi çiftliğe hakim olmaya başlar.

  Domuzların diğer hayvanlardan daha zeki olmaları ve çiftliğin yönetim ve idaresini ellerinde bulundurmaları, onlara daha geç uyanma, daha iyi beslenme, fiziksel hiçbir iş yapmama gibi ayrıcalıklar tanır, ve diğer hayvanlar da bunu tereddütsüz kabul ederler. Benzer şekilde domuzların okuma yazmayı diğer hayvanlardan çok daha iyi bilmesi öykünün ilerleyen bölümlerinde cahil ve eğitimsiz hayvanların (halkın) zararına olacaktır.

  Napoleon ile beraber yönetimde yer alan snowball adlı domuz, tüm hayvanların ortak yararına olacak bir yel değirmeni projesi geliştirir. Ancak napoleon bu projeye karşı çıkar ve snowball’u çiftlikten sürer. Fikirleri tehlikeli bulunan snowball muhtemelen Lenin’dir, Napoleon ise devrimden sonra zamanla diktatörlüğünü yayan Stalin’dir. Snowball çiftlikten sürüldükten sonra, gerçekdışı bir şekilde bir dış tehdit unsuru olarak korku öğesi haline getirilir, hayvanların kafasını karıştırmak ve çiftlikte olan biteni kavrayamamalarını sağlamak için kullanılır, çiftliğe zarar veren sıçanların snowball hesabına çalıştığı, kayıp anahtarları gece gelip snowball’un aşırdığı, snowball’un önce bay Pilkington’la(İngiltere), sonra bay Frederick’le(Almanya) işbirliği yapıp, hayvan çiftliğini ele geçirmeye geleceği söylentisi yayılır. Snowball’un çiftlikteyken yaptığı her şey de değiştirilir, dönüştürülür, aslında Jones’la işbirliği yaptığı, ağıl savaşında bir korkak gibi davrandığı, hainliğinin belgelerinin ele geçirildiği gibi safsatalarla tarih değiştirilir. Tarihin, geçmişin değiştirilmesi de çok yabancı olduğumuz bir kavram olmasa gerek.



  Snowball çiftlikteyken koyunların ve atların okuma yazma öğrenmesi için bir plan yapmıştır ancak sürgünüyle beraber bu eğitim planına devam edilmez. Belki de bilerek, Napoleon tarafından eğitimsiz bırakılırlar. Çiftliğin alfabeyi dört harfe kadar öğrenebilen güçlü atı Boxer’ın iki düsturu vardır; ''daha çok çalışmalıyım'' ve ''Napoleon her zaman haklıdır''. Boxer komünizme inanmış saf ve çalışkan proletaryayı temsil eder. Emeklilik hayalleri kurarken sonu at kasabı olur.

  İlk kez Snowball’un sürgünü sırasında ortaya çıkan, Napoleon’un yetiştirdiği, onu koruyan ve her dediğini yapan köpekler KGB’yi temsil eder. Snowball’la işbirliği yaptıkları ithamlarıyla idam edilen hayvanları bu köpekler boğazlar ve çiftlikte bir korku unsuru haline gelirler.

  Squealer adlı domuz Snowball’un sürgününden sonra sıkça karşımıza çıkar. Napoleon’un davranışlarını ve kararlarını halka çarpıtarak o açıklar, Snowball’un karalama kampanyasını o yürütür. Adaletsizce bir uygulama yapıldığında hayvanların bunu desteklemelerini sağlamak için, Squealer hayvanları hemen Jones’un geri gelmesiyle tehdit eder. Alakalı alakasız her durumda devrimden önceki zamana geri dönüşle korkutur. Squealer Stalinci Basını temsil eder. Propoganda ve göz boyama işlerinde ustadır.

  Moses adlı kuzgun ise adındaki göndermeden de anlaşılacağı gibi din adamlarını temsil eder. Hayvanların bu dünyada çektikleri sıkıntıların hepsinin ölünce gidecekleri balbadem ülkesinde telafi edileceğini söyleyerek kandırır. Ayrıntılı şekilde balbadem ülkesini tarif eder ve hayvanların bir kısmını kendine inandırır. Bu alegoride de ilginç olan domuzların bu fikirlere inanmamalarına rağmen, muhtemelen halkı isyandan uzak tuttuğu için Moses’a iyi bakmaları, beslemeleridir.

  Koyunlar eğitimsiz halkı temsil eder. Bilinçli ya da bilinçsiz slogan atarak ciddi konuların konuşulmasını, hayvanların Napoleon’dan hesap sormalarını engellerler. Kuru gürültü yaratırlar.

  Öykünün sonunda hayvan çiftliği napoleon’un korku ve sindirme ile yönettiği bir diktatörlük haline gelmiştir, 7 emir tek tek değişmiş, en sonunda tamamen silinerek ‘’ bütün hayvanlar eşittir ama bazi hayvanlar öbürlerinden daha eşittir’’ yazılmıştır. Son sayfalarda eleştirmenlerin ve okuyucuların büyülendiği bir yemek sahnesi vardır. İnsanlar ve domuzlar kağıt oynamakta ve sohbet etmektedirler. Çiftlik evinin camlarından bakan hayvanlar domuzların yüzlerinde bir tuhaflık sezerler. Ve artık orada bulunanların hangisi domuz, hangisi insan ayırt edemezler. Buradaki hakaret domuzlara mı insanlara mı yöneliktir bilinmez...


Altı Çizilesi

  • Artık daha sıkı çalışacağım, Napoleon her zaman haklıdır.
  • Dört ayak iyi, iki ayak kötü.
  • Belki beş saat sonra, belki yüz, bilemem, ama bir gün tüm hayvanlar daha iyi şartlara sahip olacaktır.
  • Tüm hayvanlar eşittir, ama bazı hayvanlar daha eşittir.
  • Biz kendi düşüklerimizle uğraşmak zorundayız, siz kendi düşüklerinizle..

                                                                KÜNYE


Kitap İsmi: Hayvan Çiftliği ''Bir Peri Masalı''
Yazar: George Orwell
Yayın Yılı: 1999
Yayınevi: Can Yayınları                                     8/10
Sayfa Sayısı: 160
Baskı: X.Baskı