31 Temmuz 2012 Salı

Afiş / Aragon


İstediğiniz ne zaferdi ne de gözyaşı
Ne hüzünlü org ne papazın son duası
On bir yıl nedir ki on bir yıl
Yaptığınız kullanmaktı silahlarınızı
Ölüm gözünü kamaştıramaz partizanın
Asıldı yüzleriniz tüm duvarlara
Gece ve sabah karasıydınız, korkutucu, süzgün
Bir afiştiniz, kızıl bir kan lekesi gibi
Adlarınızı bile söylemek öyle güçtü ki
Gelip geçende dehşet etkisi yaratın istediler
Sizi kimse Fransız olarak görmez gibiydi
Gün boyu bakmadan geçti gitti insanlar
Kimi parmaklar durmadı ama karartmada
''Fransa için öldüler.'' yazdı afişe...

27 Temmuz 2012 Cuma

Romantizm'den devam... ''Beyaz Geceler''



   Beyaz Geceler, (orijinal olarak; belye noçi) Dostoyevski'nin bir dergi için 27 yaşındayken yazdığı bir uzun öyküsü, ya da kısa romanı, siz nasıl tanımlamak isterseniz..  Dostoyevski'nin ilk dönem yazınsal çalışmalarından olan Beyaz Geceler, Dostoyevski'nin romantizm akımından etkilenmiş tek eseri aynı zamanda.  

   Beyaz Geceler'i okuduğum Can Yayınları baskısının önsözünde, Sabri Gürses Dostoyevski hakkında çok iyi bir noktaya parmak basıyor ve diyor ki: ''Dostoyevski'nin yazım dönemini ikiye ayırabiliriz.'' Buna sonuna kadar katılıyorum, ancak benim düşüncelerimle Sabri Gürses'inkiler uyuşmuyor bu noktada. Ben Dostoyevski'nin ilk dönemini, melodrama kaçan -yer yer pek ağır hem de- eserlerin oluşturduğunu düşünüyorum. Müthiş üstün gözlem yeteneğinin izlemleri sürülebiliyor gene, ancak ileriki dönem Dostoyevski eserlerinde olduğu kadar değil. İlk romanı İnsancıklar, beğendiğim ancak fazla ağır bir melodram tadındaydı, keza ''Delikanlı'' da öyle. Bu sorundan, Beyaz Geceler de mustarip ne yazık ki. Suç ve Ceza, Budala ya da Karamazov Kardeşler'deki gerçekçi çözümlemelerden nasibini alamamış bir eser ve aynı zamanda, kişi analizlerinde de derin boşluklar barındırıyor bünyesinde... Dostoyevski'nin en büyük sıkıntısı her zaman, aşk ilişkilerinde tökezlemek olmuştur. Diğer yapıtlarında bunu ustalıkla gizler ya da hiç yer vermezken, Beyaz Geceler'in ana konusunu bir hayalperestle bir aşufte'nin aşk ilişkisi olarak seçmiş olmasını anlayabilmek mümkün değil.. Bu türü denemek istemiş olsa gerek, beceremediğini anlayınca da vazgeçmiş olmalı, zira bu eseri onu ünlü yapan eleştirmen Belinsky tarafından bile hunharca eleştirilmiştir, hatta Dostoyevski'nin bunun üzerine bunalıma girdiği bile söylenir! Dostoyevski'yi eleştirmek haddimize değil tabii ki, ancak eserde hemen göze batan eksikler bunlar. Peki üstün eğitimli ve aristokrat tarzıyla okumadığı kitap kalmamış, zeki, bilgili ve entellektüel Hayalperest'in edebi konuşmalarına eğitim seviyesi düşük Nastenka'nın katılması ve derin yorumlar yapmasına ne demeli? Sokakta bizlerin bile azıcık felsefi konulara kayması durumunda, okumuş etmiş kesim tarafından kafa açmakla suçlandığı bir dünyada, eğitimsiz bir kızın böylesi bir kişiye ver(me)diği tepkiler ilginç kaçıyor maalesef..  Ayrıca Dostoyevski'nin romantizm akımını da yanlış anladığı ortada.. Ağır melodram havası ve yeşilçam filmlerinde olmayacak dramatik anlarla eser, inandırıcılığını yitirebiliyor..
  

 Gelelim kitabın iyi yanlarına.. Öncelikle, kitabın her anında bir Dostoyevski eseri okuduğunuzu hissediyorsunuz, bu da büyük yazarların şanındandır zaten.. Her biri ayrı ayrı aforizma olabilecek monolog ve diyaloglar da kitaba keyif katan unsurlar olarak göze çarpıyor. Başarılı bir gözlemle kağıda aktarılmış olan Nastenka karakteri, günümüz dünyasında bile benzerlerine rastlayabileceğimiz gerçek bir ''karakter'', her ne kadar yukarıda bahsettiğim problemlerle inandırıcılığını yer yer kaybetse de. St. Petersburg, yine muazzam ki, burada ayrı bir parantez açma gereği duyuyorum, Dostoyevski'nin sıfıra yakın betimleme yaptığı tek eseri olsa gerek ''Beyaz Geceler.'' Hiç bir tasvir kullanmadan bu kadar güzel bir şehir atmosferi yaratabilmek, yine Dostoyevski ismine yakışır bir şey. Ayrıca yaratılan ''durum'', günümüz Türkiye'sinde halen karşımıza çıkan problemler olarak göze çarpıyor, bu da Dostoyevski'nin gözlem yeteneğinden bizlere bahşettiği bir tutamcık olarak kalıyor elimizde. Ayrıca kitabın kısa süresi, bir oturuşta bitirmenizi sağlıyor ki bu da, kitabın sihrini göz önüne seriyor ve etkilenme katsayınızı arttırıyor. 

    Dostoyevski'nin bütün eserleri gibi okunması gereken bir roman olarak duruyor ''Beyaz Geceler''. Dostoyevski'nin kötü romanı diye bir şey yoktur, ancak ''onun standartlarında'' en kötü romanı Beyaz Gecelerdir şahsımca. Ancak Beyaz Geceler bile, tek başına onbinlerce eserden iyi ve güzeldir. Bu da, Dostoyevski'nin ne kadar büyük bir yazar olduğunu ortaya koyar sanırım. Ayrıca Dostoyevski'nin alıştığımız alt metinlerinin bu eserde yer almaması da, üzen bir unsur. Sadece ana konuya odaklanmış yazar ve değişik okumalara mahal vermemiş ne yazık ki. Yine de bu eser, Dostoyevski eserleri içerisinde bir eşik olarak durmaktadır, bu eserle birlikte melodramik kitaplardan daha gerçekçi romanlara geçiş yapar yazar. Bu yönüyle de önemli ve yazarın diğer uzun öykülerinden ayrılan bir yapısı vardır. Yazarın kitapları içerisinde de önemli bir noktada durmaktadır. Okuyunuz ve okutunuz son tahlilde, kesinlikle pişman olmazsınız, ancak bir ''Yeraltından Notlar'' da beklemeyin sakın. 



Altı Çizilesi
  • Çoktandır kafamı kurcalayan bir şey var. Niçin insanlar birbirlerine karşı açık yürekli davranmıyorlar? Neden en iyi insan bile karşısındakinden bir şeyler gizliyor, bütün düşündüklerini söylemiyor ? Sözlerimizin yabana atılmadığını bildiğimiz zamanlar bile, neden içimizden geçenleri olduğu gibi söylemiyoruz? Nedense herkes olduğundan sert görünmek istiyor. Duygularını hemen açığa vurursa altta kalacakmış, küçük düşürülecekmiş gibi korkuya kapılıyor.
  • Gök o kadar yıldızlı, öyle açıktı ki, insan başını kaldırınca insan ister istemez ''şu göğün altında çeşit çeşit hırçının, huysuzun bulunması mümkün mü? '' diye sormaktan kendini alamıyordu. Bu soru da salt genç işi, burcu burcu gençlik kokan bir sorudur aziz okuyucum.
  • Ulu tanrım! O ne uzun, ne mutlu bir andı! Bir insana ömrü için böyle bir an yetmez mi?
  • Ne olur, siz o olsaydınız!
  • Nerdeyse, sekiz yıldır, yaşadığım şu petersburg kentinde, bir tane bile tanıdık edinemedim. Ama tanıdık benim neyime ? Zaten petersburg'u baştan aşağı tanırım... Onlar beni elbet bilmezler, ama ben onları tanırım, hem de yakından tanırım, hepsinin de yüzü hatırımdadır. Onların sevinci benim sevincim, onların hüznü benim hüznümdür.

                                               KÜNYE



Kitap İsmi: Beyaz Geceler - Bir Hayalperestin anılarından
Yazar: Fyodor Mihoyleviç Dostoyevski
Yayın yılı: 2010
Yayınevi: Can Yayınları                                     5/10
Sayfa Sayısı: 94
Baskı: 4. Baskı


25 Temmuz 2012 Çarşamba

Molière'den ''Cimri''



   Moliere için ''Shakespeare'den sonra insan doğasını en iyi anlamış ve yazmış olan tiyatrocu'' yakıştırması yapılır hep.. Sanırım haklılar.. Çok duyduğum ancak bir türlü okuma fırsatı bulamadığım yazar Moliere'e, bu güzel kitabıyla başlama fırsatını bulunca değerlendirdim tabii hemen. İyi de etmişim...

   Fransa'nın her açıdan üstün ülke konumuna geçtiği 17. yy.'da yaşamış bir yazar Moliere. Bizdeki kapağı devlete atma modelini de uygulamış ve sarayla iyi ilişkiler kurmaya gayret etmiş bir yazar hem de.. Her ne kadar saray çevresinden azılı düşmanlar edinmişse de, destekleyicileri de azımsanmayacak derecede fazladır bu dönemde Moliere'in.. Tam bir tiyatro aşığı olan Moliere, babasının tüm itirazlarına rağmen ''Ünlü Tiyatro''yu kurar ve bu kumpanyayı işletmeye çalışır. Ancak başarılı olamayıp bir de borç batağına düşünce, önünde iki seçenek belirir : Ya kolay olanı yapıp pes edecek ve şansını başka alanlarda deneyecektir, ya da kumpanyayı yaşatmaya çalışmaya devam edecektir. Zor olanı seçer Moliere ve çözüm yolları aramaya başlar. Bulduğu çözüm basit ama mantıklı bir çözümdür : taşrayı gezmek.. Daha önce tragedya yazıp sahnelemeye çalışan Moliere, bu dönemde komedya eksenine kayar ve halkın anlayabileceği tarzda, sulu sepken komediler yazmaya başlar. Bu dönem önemlidir, çünkü nasıl Osmanlı'da başat konumda olan şiirde kullanılan dil halkın anlayamayacağı seviyedeyse, Fransa'da da en çok ehemniyet verilen sanat dalı olan tiyatroda da durum farklı değildir. Halkın anlayabileceği dilden eserler veren ilk fransız tiyatrocu olan Moliere'in efsaneleşmesindeki en önemli etken de bu olabilir.  Ancak her ne olursa olsun bu, Moliere'in çok iyi bir gözlemci olduğu ve iyi oyunlar yazdığı gerçeğini de değiştirmez. Tıpkı günümüzde bile tazelik ve güncelliğini koruyabilen eseri Cimri gibi..

   Klasizm akımını yansıtan en önemli eserlerden birisidir ''Cimri.'' Absürdlüğe varan karakterleri üzerinden yarattığı tiplemeleriyle, sadece Fransa'da değil, İngiltere'de, Osmanlı'da, Çin'de, bütün Dünya'da var olan karakterleri ortaya koymuştur. Gerçekte var olanı gözümüze sokmuştur bir nevi. En komik olanın aslında en trajik olan olduğunu söyler Moliere. Başroldeki Harpagon karakteri üzerinden, gözü dönmüş bir şekilde içine düşülen ''sürekli biriktirmek'' eğiliminin oluşturduğu çöküntüye dikkat çeker. Aslında biriktirdiği sadece parası değildir Harpagon'un; hayatıdır, sevgisidir, sevincidir, hüznüdür, kederidir, bütün hayatıdır.. Ve bunları harcayamadan ölecektir ne yazık ki.. İşte gerçek şaka ve tragedya budur. Cimrilikten gözü dönmüş olan Harpagon, çocuklarına para getirecek bir sermaye, ama aynı zamanda ucuza kotarılması gereken bir yatırım olarak bakar. Çevresindeki her nesneyi kendisine para getirecek bir ticari mal olarak gören Harpagon, sonunu getirecek olan fitili kendisinin ateşlediğini fark edemez ne yazık ki..

  Bu tarz insanların mükemmel bir yergisini yapmıştır Moliere, ancak söylemek istedikleri bununla sınırlı değildir. Bu tarz insanlar duygularında da cimridir. Kimseye duygularını belli etmez, selam alır ancak selam bile vermez. Bunun sonucunda da insanlıktan çıkıp, bir hayvana dönüşür.

  Moliere'in Cimri'si okunması gereken bir eser son tahlilde.. Sabahattin Eyüboğlu'nun kaliteli çevirisi ile İş Bankası'nın alıştığımız yayıncılık becerisi birleşince, daha da keyifle okunan bir hale gelmiş. Ayrıca kitabı anlamanızı ve dönemin Fransa'sına panoramik bir bakış atmanızı sağlayan kaliteli önsözü de cabası.. Eğer okumayı düşünüyorsanız, kesinlikle İş Bankası Yayınları'nı tercih etmenizi öneririm....  Bunun dışında, oyun olduğundan dolayı betimlemelerin olmaması ve sadece olayların gelişiyor olması ile, zaten az sayfa sayısına sahip kitabı bir oturuşta bitirmemeniz işten bile değil. Bir kahve eşliğinde, bir iki saatte bitirebileceğiniz ve de okurken keyif alabileceğiniz, güldürürken düşündüren bir eser son tahlilde.. Kesinlikle okumalısınız.

Not: Bu kadar övgüye kadar vasat bir puan vermemin iki sebebi var. Birincisi, kitabın sonunun tamamen bir saçmalık şeklinde sonuçlanması, ikincisi ise o günlerden bugünlere dek işlediği konuyu çok daha ayrıntılı ve iyi işlemiş eserlerin çıkmış olması. Dönemine göre dört dörtlük bir eserken, çağımızda biraz zayıf kalıyor ne yazık ki..


Altı Çizilesi

  • Eğer param bulunmazsa bütün mahkemeleri mahkemeye vereceğim!
  • Doğru söylerim döverler, yalan söylerim asarlar.
  • Bazı insanları dolambaçlı yollarla kandırabilirsin.
  • Para, bu dünyadaki her şeyden önemlidir.
  • Bir adam kızınızı çeyizsiz almayı kabul ediyorsa daha ne istenebilir ki!



                                                             KÜNYE




Kitap İsmi : Cimri
Yazar : Molière
Yayın Yılı : 2000
Yayınevi : İş Bankası                                              4/10
Sayfa sayısı : 104
Baskı : 12. Baskı

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Tuna Nehri akmam diyor... ''Kumandan''


    Kumandan, ''Yavuz'', ''Kanuni'', ''Kuşatma 1453'', ''IV.Murad'' gibi popüler tarih romanlarının yazarı Okay Tiryakioğlu'nun yazdığı ilk tarihi romanı ve diğer yapıtlarına göre daha az bilinen bir eseri.  Tarihimizin büyük direnişlerinden Plevne müdafaasını  ve hala azımsanmayacak kadar türk bulunan Rumeli'nin elimizin altından nasıl kaydığını anlatan, merkezine de -doğal olarak- büyük kumandan Gazi Osman Paşa'yı oturtan bir roman karşımızdaki. Ancak ne kadar gerçekçi ve objektif olabildiği bir soru işareti. 

    Dünya savaş tarihine geçmiş bir muharebedir Plevne Savaşı.. Dünya savaş tarihini değiştirecek siper-mevzi sistemi, ilk kez bu savaşta Gazi Osman Paşa tarafından bulunmuş ve uygulamaya koyulmuştur. Gazi Osman Paşa, Osmanlı'nın gücünü unutan Avrupa'ya, tokatı basmıştır adeta. Balkanları kısa sürede geçip, ''atlarının yemlerini İstanbul'da vereceklerini'' düşünen Rus ordusuna, küçücük ordusuyla karşı çıkmış ve direnmiştir paşa. Ama ne direnmek! Evet, savaşı kaybetmiştir belki, ancak Rus ordusunu 7 ay boyunca Plevne önlerinde tutmuş ve İstanbul hayallerini yok etmiştir. Ve bunların hepsini, büyük imkansızlıklar dahilinde yapmıştır. 

  Peki kitap bunun ne kadarını okuyucuya verebiliyor ? Gazi Osman Paşa'nın yaşadığı zorlukları, imkansızlıklardan imkanlar yaratmasını, İstanbul'daki ego savaşlarını, imparatorluğun düştüğü zor durumu, diğer cephede savaşa devam eden Süleyman Paşa'nın en az Gazi Osman kadar büyük mücadelesini, paşa'nın diğer generallerinin -Tahir Paşa, Adil Paşa, Ethem Paşa- özverisini okuyucuya yansıtabiliyor mu? Kitabın bu gibi konularda sınıfı geçtiğini söyleyebilirim. Müşir Osman Paşa'nın çadırındaki gergin atmosferi, düşünceli hallerini, İstanbul'daki çözümü olmayan bürokrasi ağını gözünüzün önünde canlandırırken kesinlikle zorlanmayacağınız bir eser meydana getirmiş Tiryakioğlu. Ancak maalesef kitabın tek artısı da bu sanırım.
  
   Müsamere tadındaki diyaloglarından mı başlamalıyım ? Yoksa ilkokul tarih ders kitabı kıvamındaki dilinden mi? Yazar, kesinlikle ortaya koymak istediği eserin ne olmasını istediğine karar verememiş. Yer yer Dostoyevski eserlerinin ağırlığında bir dili olurken, başka bir sayfada, okula hazırlık kitaplarına yaklaşan bir üslubu olmuş kitabın ne yazık ki. Ayrıca savaş sahnelerinin betimlemeleri de inanılmaz derecede kötü. Küçükken okuduğum Yavuz Bahadıroğlu kitaplarını hatırlattı bana. Dehşetengiz bir savaşın içerisindeyken, yanındaki dostuna, ''Urun ha yoldaşlar, koman!'' diyen karakterler bulunuyor ne yazık ki.  Bu da kitabın gerçekçilik eşiğini, oldukça düşüren bir faktör... Ayrıca koskoca Tahir Paşa'nın, Gazi Osman Paşa'ya olan kırgınlığını, küçük çocukların birbirlerine olan küskünleri seviyesine çekilmesi de ayrı bir facia. Koskoca Tahir Paşa'nın, Gazi Osman Paşa'ya trip atan general seviyesine çekilmesi, hiçte hoş olmamış.
  

  Tarih kitaplarımızdaki iki boyutluluktan Kumandan da nasibini almış. Rusların saf kötü, Türklerin de saf iyi olarak resmedildiği eserde ruslar, en düşük rütbeli askerden çara kadar vodka ve şarap içerlerken, bizim türklerin içtikleri içecekler sadece şerbet ve çay! Bizim askerlerimiz dini yaymak, vatanını savunmak için savaşırken, ruslar saf kıyım ve soykırım amacıyla bir araya gelmiş askerlerden oluşuyorlar. Bizde Gazi Osman Paşa, atıyla ön saflara gittiğinde askerinin üzerinde hipnotize edici bir etki bırakırken, ruslarda Grandük'ün safların önlerinde savaşması kendi askeri için hiçbir şey ifade etmiyor! Evet, biz o yıllarda kendimizi bile yendik, büyük zorluklarla mücadele ettik, ancak bu derecede bir yüceltme yanlış ve tehlikeli olabilir. Ancak ne yazık ki eserin tümüne sirayet etmiş olan hava bu şekilde.

  Bir de kitabın yapmaya çalışıp başaramadıklarına göz atalım. Okay Tiryakioğlu, iyi bir niyetle savaşın anlamsızlığı ve aslında kazanan tarafın olmadığı gibi konulara değinmek istemiş, ancak bunu o kadar ucuz numaralar ve basit diyaloglarla okuyucuya aksettirmeye çalışmış ki, bu çabasında da başarılı olamamış ne yazık ki. Ayrıca zaten kitabın ilerleyen bölümlerinde, kitap bu felsefi metni tamamen bir kenara itip sadece işin aksiyon boyutuna odaklanmış. Bu da kitabın eksik kaldığı bölümlerden birisi olarak göze çarpıyor. 



  Ayrıca Okay Tiryakioğlu'nun başaramadığı bir diğer husus, hayali bir karakter yaratıp ona misyonlar yüklemek maalesef. Diğer kitaplarında da başaramadığını, bu kitabında da yapabilmiş gözükmüyor. Yarattığı Yarbay Ali Rıza ve Hakkı Çavuş karakterleri o kadar karton ve 'tipleme' ki... Kitabı okurken karakter olduklarını anlamıyorsunuz bile. Ali Rıza'ya yazılmış ancak altı doldurulamamış aşk ilişkisi de bir başka başarısızlık. Okuyucuyu merakta bırakmaktan çok uzakta ne yazık ki. Okuma sırasında, kesinlikle kendinizi Ali Rıza ya da Hakkı Çavuş yerine koyamıyor ve onları sahiplenemiyorsunuz. Bu da, kitap için büyük bir dezavantaj şüphesiz ki. 

  Osman Paşa'nın yenilgisinin alelacele geçiştirilmesine ne demeli? Kitap boyunca en çok merak ettiğim şey, Osman Paşa'nın teslim olduktan sonraki yaşadıklarıyken, kitabın sonunda hiçte merak etmememe rağmen, Ali Rıza ile Elena'nın aşkını okumuş olmak, kötü bir his oldu benim için. Sadece Gazi Osman Paşa'ya iyi davranıldığını ve iki ay sonra teslim edildiğini öğrenebildik, zor da olsa. Peki sonrası? Gazi Osman Paşa'nın İstanbul'da yaptıkları ? Merak edilenleri cevaplamayarak da, bile bile tongaya düşmüş oluyor ''Kumandan.''

  Sonuç olarak, Okay Tiryakioğlu eserleri arasında açık ara son sırada yer alıyor ''Kumandan''. Yazarın acemiliği, kitaba buram buram sinmiş durumda. İyi niyetle kalkışılmış, ancak başarılamamış bir çok düşünce, romanı zedeleyen unsurlar olmuş. Pek beğendiğimi söyleyemem, ancak okumak isteyene de mani olmam. Okay Tiryakioğlu'nun genel olarak kitaplarını vasat bulmama rağmen, bu kitabını vasat altı olarak nitelendirebilirim rahatlıkla. Ve Okay Tiryakioğlu'nun okumadığım tek kitabı ''Kumandan''ı da bitirdiğime göre, rahatlıkla söyleyebilirim ki Okay Tiryakioğlu'nun en iyi romanı hala ''IV.Murad.'' Her fırsatta ödül aldığıyla övünen Okay Tiryakioğlu'nun, yeni çıkacak Alparslan kitabında neleri ne kadar yapabileceğini merakla bekliyor ve de nacizane önerimi sunuyorum. Çok yazmak, iyi yazmak değildir. Nitelik, her zaman nicelikten üstündür. Senede iki kitap yazacağınıza, üç senede bir kitap yazın, ancak kaliteli ve esaslı olsun.  Yeni kitaplarını merakla beklediğimi söyleyemem, ancak çıktığı zaman da okurum. Boş zamanlarınızda okuyabileceğiniz bir kitap. Eğer Plevne Müdaafasına merakınız varsa, piyasadaki ürün azlığından dolayı tercih edebilirsiniz.



Altı Çizilesi

  • ''İyi bak. Dumanlar içindeki harp alanı üzerinde gezinen şu leş kargalarını görmüyor musun? İşte, tüm savaşların tek galibi onlar.''
  • ''Harp okullarının, uyku yüklü, tebeşir tozlu sınıflarında sürekli kılık değiştiren masallarla yarı düşsel bir çehreye bürünen modern harp derslerinde kurdukları renkli hayaller, gerçeklerin masif kütlesi altında param parça olmuştur işte. Vatan evlatlarına bu muamele reva mıdır?''
  • Galibiyet bir vehimdir.
  • ''Paşam, ziyadesiyle açıktayız. Size bir şey olursa bu dava mahvolur.''''Hayır.'' dedi Osman Paşa.''Bu dava yeni bir Osman Paşa bulacaktır. Bizden kalacak ise ölümü gülümseyerek kucaklayan çehremizin hayalidir.''
  • Bir komutan, askeri açken karnını doyurmaz;Onlar, dondurucu siperlerin karanlığında nöbet beklerken yatıp uyumaz, adamlarının bağlılığını, bedeninden kanlar akarken, herkesten sonra yatıp, herkesten önce kalkarken ve kendi sırtından akan ter, askerininkini geçmişken kazanabilir. İşte komutan budur.


                                                                  KÜNYE



Kitap İsmi:Kumandan - Plevne'de unutulmuş bir ordu
Yazar:Okay Tiryakioğlu
Yayın Yılı:2008                                             3/10
Yayın evi:Timaş 
Sayfa Sayısı:302
Baskı:5.Baskı

17 Temmuz 2012 Salı

Yeni kitaplarım

Moliere - Cimri

 Yeni kitaplarımı D&r'dan almış bulunmaktayım. Büyük bir özenle kitaplığıma koydum. Okuyacağım gün için sabırsızlanıyorum.

   Bu arada Cuma günlerini fotoğraf günü yapmaya karar verdim. Yazarların ilginç fotoğraflarını paylaşmayı düşünüyorum. Paylaşmayı isteyeceğiniz ilginç resimler olursa, bitmeyenkalem@gmail.com adresiyle iletişime geçebilirsiniz. Kendinize iyi bakın, takipte kalın!

Paulo Coelho - Hac



16 Temmuz 2012 Pazartesi

Kafka'nın ''Şato''su




    ''Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.'' ''Biri Joseph K.'ya iftira atmış olmalıydı çünkü hiçbir kusur işlememiş olmasına rağmen bir sabah ansızın tutuklandı.'' ''Bir hizmetçi kız onu baştan çıkardığı ve ondan çocuk sahibi olduğu için fakir anne babası tarafından Amerika'ya gönderilen on altı yaşındaki Karl Rossmann, artık yavaşlamakta olan gemide New York limanına girerken, çoktandır gözlediği Özgürlük Heykelini birdendire sanki güçlenen güneş ışığında  gördü.'' Kafka'nın romanlarında konuya bodoslama dalışına alışkınız. Şatoda da değişen bir şey yok. Hiç bir betimlemeye girmeden, farisi sözcükler kullanmadan, direk derdini anlatmaya girişiyor bu yapıtında da. ''Gecenin geç bir vakti köye vardı K.'' Ve bir daha da çıkamıyor o köyden..

    Kafka'nın Şato'su (orijinal olarak; das Schloss) kesinlik ve şüphe, ümit ve korku, mantık ve saçmalık, düzen ve kaos ikilemleri üzerine kurulmuş bir başyapıt. Diğer yapıtlarından ayrılan nokta ise (belki sadece Amerika(Kayıp) ile benzetebileceğimiz) umudunun olması. Şato'yu kesinlikle tek bir yapıt olarak düşünmemek gerek. Kafka'nın Dava'sının devamı gibi okumalara son derece açık -ve de uygun- bir eser karşımızdaki. Benzerlikler baş karakterden başlar, -İkisinin de ismi K.'dır.- kadınlara bakış açısı noktasında belirginleşir,-Kafka'nın tüm yapıtlarında kadınlara karşı sert ve uygunsuz  bir bakışı vardır ve bu bakışını, fahişelerle olan geçmişine yormak mümkün. Ancak kadın olgusu Amerika ve Dönüşüm eserlerinde güvenilmez ancak güven verici figürlerken, Dava ve Şato'da tamamen çıkarcı ve uygunsuz bir cinsiyete dönüşür.- toplum yapısına bakışı ile birbirinin devamı hüviyeti kazanır ve bürokrasi noktasında yek hale gelir. Ayrıca Dava ve Şato eserlerinin çıkış noktası da aynıdır. İkisi de, Kafka'nın muazzam kısa öyküsü ''Yasa önünde'' öyküsünün uzun versiyonları gibidir. Bu ve bunun gibi benzerlikler, Dava ile Şato'yu sadece yazar bakımından değil, tema ve konu bakımından da kardeş eserler olarak görmek mümkün. Tabii bunun sonucunda, Şato'suz bir Dava ya da Dava'sız bir Şato okuması yapmaya çalışmak, çok yetersiz ve sağlıksız olacaktır diye düşünüyorum. İki eser arasındaki temel fark, yazımın başında da belirttiğim gibi Şato'nun daha umut dolu olmasından ileri gelmekte. Dava yaşama kapkara gözlerle bakar, K.'nın davayı kazanma şansı yoktur ve K. da davayı kazanmak uğruna hiçbir şey yapmaz, büyük bir kabullenmişlikle karşılar her şeyi. Dava'daki atmosfer, kesinlikle sonucun kötü olacağı yönünedir. Şato'da ise umut vardır. K., sürekli Şato'yu bulmaya çalışır ve kendisini hep şato'ya yakın hisseder, şato tarafından atanmış bir kadastrocudur sonuçta. Klamm'ın onunla haberleşiyor olması da onun umutlarını arttırır. Kısa yoldan söylemek gerekirse, Dava kanserken, Şato tedavisi henüz keşfedilmemiş ama ilkel yöntemlerle yenilebilen bir hastalıktır. Umut hissi her zaman vardır. Ancak faydasız bir umuttur bu. Hancının karısının dediği gibi, Şato seninle asla iletişime geçmez ve sen de asla Şatoyla iletişime geçemezsin. Yani şatonun umut dolu olduğunu söylememize rağmen, bir çözüm sunmadığını da belirtmeliyim. Yazar, kazanamayacak olsak da savaşmamız gerektiğini önerirmiş gibi bir hava hakim kitaba.



  Biraz da Kafka'nın Şato metaforuna göz atalım. Kafka'nın K. 'sının bakışının üzerinde sabit duramadığı şeyin  kendisidir Şato. Kaçmanın, tepede olmanın, bulanık ve kaygan olmanın, her şeyin elden gelmesinin, sistemin ulaşılmaz iç mantığının unutmayla, unutulmayla, hatırlama ve hatırlatmayla ilişkiye girdiği insan köylerinin yönetim merkezi ya da Gregor Samsa'yı böceğe çeviren sihirli ama çirkin işlerin, insan olmanın hiçbir değerini gözetmeyen modern dünyanın,-kadastrocular atayan- öz mekanıdır. Şundan eminiz ki bir ''Şato'' var, saklıyor kendisini ve yaşama tümden hakim. Buna ister bürokrasi deyin, ister Tanrı, ister devlet. Genel kanıya göre, Şato cennet olarak nitelenmiştir, K. ise cenneti arayan yalnız bir yabancı. Ancak işin kolayına kaçmak gibi geliyor bu bana. Her şey bu kadar basit olamaz.

  Bana göre Şato devlettir. Köy ise uyuyan ve itaat eden toplumu temsil eder. Şato köyün üzerinde, kendisine sorgusuz sualsiz itaat edecek toplumu baskı altında tutar. Memurlar, onların sekreterleri, kalem odaları, haberci ve kuryeler ise Dava'da çok net gördüğümüz karmaşık ve çoğu zaman tıkanan bürokrasinin sembolüdür. Kafka yapıtında, mükemmel bir ''başkaldırı'' örneği sunar. Köye kadastrocu olarak atanan ancak kitabın sonunda aslında kadastrocu olmadığını anladığımız K., çok masumane bir sebeple köye geliş sebebini arayan başkaldıran insanı temsil eder. Başkaldırısı çok masumane ve kabul edilebilir bir düzeydedir, tek amacı geliş amacını ve görevini anlamaktır. Ancak sistem, her şeyi olduğu gibi, onu da öğütür ve K., ilk geldiği zamanki isteğiyle Şatoyu aramayı bırakır. Onun yerine, dışlandığı topluma tekrar geri kazanılmak ister. Kafka, burada ortaya öyle bir tipleme koyar ki, sayfaları çevirme hızınıza kendiniz bile şaşırırsınız: Barnabas ailesi! Bu son derece varlıklı ve köyün kalburüstü ailelerinden biri olan ailenin, tüm varlığını kaybetmesi için, kızlarının şatonun basit bir memurunun koynuna girmeyi reddetmesi yeterli olmuştur. Günümüzde de durum bundan ibaret değil midir? Devletler dokunulmaz durumda değil mi? Herhangi bir memur bile, toplumda istediği insanı gözden düşürebilecek güce sahip. Bu da, Kafka'nın gözlem yeteneğini gözler önüne seren bir durum olsa gerek. Kafka'nın kitaptaki büyük başarısı da tam olarak burada yatıyor. Başkaldıran insan tiplemesindeki K.'nın davasından haklı olmasına rağmen hemen vazgeçip kendini şato'nun gazabından koruması, ancak Barnabas ailesinin davalarında direnip şatonun gazabına uğraması. K.'nın Olga Barnabas ile yüzleşmesi ise, dillere destan.

  Vikipedi'den öğrendiğimize göre kitabın tasarlanan sonu, şu şekilde. K. ölene kadar köyde yaşayıp Şato'dan haber bekleyecek. Ancak ölüm döşeğinde, Şato'dan kendisine işe kabul edildiğine dair bir mektup gelecek, ancak K. bunu okuyup hayata gözlerini yumacak. Tam bir Kafka sonu! Bürokrasiye edilebilecek en büyük küfür belki de. 90 yaşındaki hastalara, 2027'ye randevu veren bir bürokrasimiz olduğu düşünüldüğünde, kesinlikle doğru bir tespit.Kafka'ya da böyle bir son yakışırdı zaten.

  Son olarak toparlamak gerekirse, Şato, karamsar bir ruhun okuyucuyu nasıl kendi karanlığında boğduğuna dair nadide bir örnek. Yazarın romanda yarattığı merak, gizem duygusunu müthiş tetikliyor ve her sayfayı büyük bir hızla çevirmenize neden oluyor, ancak her şey yerinde sayıyor. Siz ise bunu büyük bir keyifle okumaya devam ediyorsunuz. Çok mazoşistçe bir eser olduğu kesin! Kesinlikle okuyunuz, okutunuz ve içerisinde kaybolunuz.



Altı Çizilesi



  • K'nın kendini sürekli yolunu kaybedeceği ve kendinden önce hiç kimsenin yaşamadığı yabancı bir yerde, havasının bile kendi memleketindeki havanın bir parçası olmadığı yabancı biri olarak hissettiği; insanın yabancılıktan boğulacağı ve bu yabancılığın anlamsız ayartmalarının karşısında insanın devam etmekten ve yolunu kaybetmekten başka hiç bir şey yapamayacağı duygusuna kapıldığı saatler geçti.
  • Bütün kadınlar memurları sever. Memurlar kendilerini sevmese bile.

                                                               KÜNYE



Kitap ismi:Şato
Yazar:Franz Kafka
Yayın Yılı:1924
Yayınevi:İthaki                                                         8/10
Sayfa Sayısı:359
Baskı:3.Baskı
Çevirmen:Şükrü Çorlu

14 Temmuz 2012 Cumartesi

''Sisifos Söyleni'' Albert Camus'dan



   ''Gerçekten önemli olan tek bir felsefe sorusu vardır:İntihar.''  Bu sözlerle başlıyor Camus başyapıtına. Söz konusu kitap için yapılacak en iyi başlangıç olduğu da su götürmez bir gerçek. Camus, Nobel ödülü kazanmış denemesinde, akıl, mantık, absürd, saçma ve uyumsuz gibi terimlerden yola çıkarak hayatın yaşamaya değip değmeyeceği sorusuna cevap arıyor ve sonraki eserlerinde de başat olarak ön plana çıkacak ''saçma'' felsefesinin temellerini atıyor.

   ''Sisifos'' miti (orijinal olarak ; le mythe de sisyphe) temel olarak yunan mitolojisinden gelmekte. Anlatıya göre sisifos, denizcilik ve ticaretin gelişimine katkıda bulunmuş, fakat konukseverlik kurallarını ihlal ederek yolcuları ve konukları öldürecek kadar açgözlü ve hilekar bir kraldır. Homeros'un aktarmasına göre, Sisifos en hünerli insan olarak nam salmıştı. Kuzenini baştan çıkarmış, erkek kardeşinin tahtını ele geçirmiş ve Zeus'un sırlarına -özellikle Zeus'un nehir tanrısı Asopus'un kızı Aegina'ya tecavüz ettiği sırrına- ihanet etmiştir. Bunun üzerine Zeus, Hades'ten Sisifos'un cehennemde zincire vurulmasını istemiştir.  Ancak hilekarlığının cezası olarak Sisifos, daha büyük ve daha büyük bir cezayla karşı karşıya kalmıştır : Her seferinde tekrar aşağıya yuvarlanacağını bildiği halde büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlamak !*  Camus, felsefesinin temelini oluşturan ''saçma'' kavramını tam olarak böyle açıklar : sonucunu bildiği halde her seferinde kayayı yukarı yuvarlamaya devam eden aptal insan.  Ve bu temelin üzerine, ince bir işçilikle ilmik ilmik felsefesini dokumaya başlar. 

   Sisifos Söyleni, Camus'un aynı yılda roman türünde çıkardığı ''Yabancı'' adlı yapıtıyla birbirini tamamlar nitelikte oluşuyla, daha komplike bir eser haline geliyor. Bir bakıma Camus'un Sisifos Söyleni'nde kurguladığı felsefeyi, ''yabancı'' romanında gerçeğe dönüştürdüğü yorumunu yapabiliriz. 


   Camus'un ''Sisifos Söyleni''ndeki temel problemi yaşam. Hepimiz gibi, hayatın yaşamaya değip, değmediği sorusunun peşine düşüyor Camus. Bu yolda, Dostoyevski'nin çok sevdiğim ''Ecinniler'' kitabından, Sanatçı kavramına, Kafka'nın ''Şato'' eserinden ''Don Juan''a birçok eseri kendine referans noktası olarak seçip, bu eserlerdeki düşünce ve mantık ile kendi felsefesi arasında paralellik kurma çabasına giriyor ve bunda da başarılı oluyor. Yazarın dili tartışılmayacak derecede müthiş. Bu sebeple, kesinlikle inandırıcılık sıkıntısı yaşamıyor Camus. Hayatın yaşamaya değip değmediği konusundaysa tercihini, değdiğinden yana kullanıyor yazar. Hayatın boş ve anlamsız olduğu, ancak zaten bunun için yaşanması gerektiği noktasına varıyor ve intihar eden kişisin tıpkı melodramlardaki gibi bu hayatı beceremediğini kabullendiğini söylüyor. Ancak ''Sisifos Söyleni'' sadece bu konularla ilgilenen bir yapıt değil. Toplumsal yaşama da dokunduruyor inceden Camus. Ailenin toplum içerisindeki yeri, toplumdaki sivrilen insanlara getirilen eleştiriler ve toplum baskısını gözler önüne seriyor yapıtında... Yazının başında Sisifos efsanesinden bahsetmiştim. Şimdi biraz Camus'un Sisifos'a bakışına değinmek istiyorum. Birçoklarının aksine Camus acıyan gözlerle bakmaz Sisifos'a.. Hayır, onu anlamaya çalışır ve de mutlu addeder. Ne de olsa tanrılara başkaldırmış ve yaşamın enginliğini görmüştür sisifos, ve üstün sadıklığı öğretir. Kayanın her düşüşünü izleyişinden büyük bir keyif alır. Bundan dolayı da Sisifos'u mutlu tasarlamak gerekir Camus'a göre.. 


  Kritiğimin son bölümünü de yayıncıya ayırmak istiyorum. Can Yayınları bütün kitapseverlerin sevip saydığı, takdir ettiği çok başarılı bir yayınevi olarak aklımızda ve kalbimizde yer edinmiştir. Tahsin Yücel de başarılı bir çevirmen olmasına rağmen, kesinlikle böylesi bir yapıtı olması gereken, saf, duru hale getirmekten çok, daha da çok zorlaştırdığı kanaatindeyim. Absürd kelimesi yerine sürekli olarak uyumsuz'u kullanması mı desem, yoksa TDK'ya bakmama rağmen anlamını bulamadığım yeni kelimeler türetmesi mi desem. Can Yayınlarının acilen yeni bir çevirisini yayınlaması şart.


  Her deneme birden çok okunduğunda dahi yeni anlamlar kazanır. Camus'un bu eseri de kesinlikle o tarz eserlerden. Tekrar tekrar okunacak, not alınacak bir başyapıt. Kesinlikle zorlayıcı ve kışkırtıcı, ancak bir o kadar da teşvik edici. Kesinlikle okuyunuz, okutunuz.





    Altı Çizilesi

  • Mantıklı olmak her zaman kolaydır, sonuna kadar mantıklı olmak ise neredeyse imkansız.
  • Önemli bir bilimsel gerçeğe varmış Galilei, ancak bu gerçek yaşamını tehlikeye sokar sokmaz, büyük bir rahatlıkla dönüverdi ondan. Bir bakıma iyi de etti. Uğruna yıkılıp ölmeye değmezdi bu gerçek. Dünya mı güneşin çevresinde döner, güneş mi dünyanın. Hiç mi hiç önemi yok bunun. Kısacası değersiz bir sorun. Buna karşılık yaşamın yaşanmaya değmediği düşüncesine vardıkları için ölen nice insanlar görüyorum.
  • Bir intiharın bir çok nedeni vardır, genel olarak da en çok göze çarpanları en etkenleri olmamıştır.
  • Ölümcül sıvışma umuttur.
  • Dünyanın bu yorgunluğu ve yabancılığı. Uyumsuz budur işte. 
  • Bunalımı başlatan şeyi denetleyebilmek hemen her zaman olanaksızdır.


                                                             KÜNYE 


Kitap ismi: Sisifos Söyleni                                       
Yazar:Albert Camus
Yayın Yılı:1941
Yayınevi:Can Yayınları                                               9/10
Sayfa Sayısı:160
Baskı:18.Baskı
Çevirmen:Tahsin Yücel




   *Vikipedi'den yararlanılmıştır. 

13 Temmuz 2012 Cuma

Kitap, Kahve, Kurabiye... Değmeyin keyfime



  Kitap okurken, yanında bir şeyler yer misiniz? Yoksa buna karşı mısınız? Haklı gerekçeleriniz olabilir, ve size saygı duyuyorum. Ancak bence, özellikle iyi bir kitap okurken yanında yenmesi gereken olmazsa olmaz yiyecek ve meşrubatlar vardır. Bu yazımda, iyi bir kitabın lezzetini arttırmanın püf noktalarını arayışa çıktım.Ulaştığım yer ise, ağzımı akıtacak cinstendi.
 
   Kitap okurken, kendimi bir İngiliz Lordu ya da İskandinav Efendisi gibi hissetmemi sağlayan yegane meşrubat, kesinlikle kahvedir. Kahve olmadan okunan bir kitap, kesinlikle eksik kalmıştır bana göre. Hele ki, özellikle deneme ve roman türlerini okurken, belli aralıklarla durup yazarın anlatmak istediklerini düşünen benim gibilerden iseniz bu ritüelinizde kahve size kesinlikle yardımcı olacaktır. Sizi gevşetecek ve de daha rahat konsantre olmanızda fayda sağlayacaktır. Ve iddia ederim ki, fazla tatlandırılmamış kahve eşliğinde okunan en kötü kitap bile, sizin tahammül sınırınızı aşamayacaktır. Ve yine iddia ederim ki, soğuk ve karlı bir kış gününde, sıcak bir kahve eşliğinde okunan bir kitap, sizi en yakın dostunuzdan daha çok sarıp sarmalayacaktır. Soğuk kış günlerinde, en yakın dostunuz haline gelecektir kitap-kahve birlikteliği. 
  
  Tabii madem konu kahveden açıldı, kahvenin niteliğinden devam edelim. Fazla tatlandırılmış kahve dikkati kitaptan meşrubata çeker, dikkati dağıtır. Aynı şekilde Türk Kahvesi, fazla acı gelir, dikkat kaybına yol açar, odak sorunları yaşatır. Fazla tatlandırılmamış sıcak bir kahve -ya da tercihen sıcak çikolata da olabilir- size keyiflerin en büyüğünü yaşatacak, kitap okuma lezzetini birkaç kat yukarı çıkaracaktır.


   Meşrubatlardan söz edilir de, yiyeceklerden söz edilmez mi hiç? Sıcak bir kahve ve güzel bir kitap yeterince iyi bir birlikteliğe sahipken ve birlikte zaten ''Voltran''a yakın bir güç oluşturuyorken, bir de bunlara taze, ev yapımı, çikolatalı kurabiyenin dahil olduğunu düşünün. Tebrikler ! Dünyadaki en büyük hazza ulaştınız. Taze, ev yapımı, çikolatalı bir kurabiyenin lezzetini, ancak bir başka kurabiye verebilir. Sıcak bir şömineyle başlayan cümleyi kurmama gerek bile yok, çünkü bu birliktelik ile, Himalayalarda bile evinizdeymiş gibi hissedebilirsiniz.
   Meşrubat sırasında yaptığımızı burada da yineleyip, nitelik konusuna  değinmek istiyorum. Ağır çikolata barındıran, ya da fazla acı, bitter dozu yükseltilmiş kurabiyeler, damakta bıraktığı ağır tatdan dolayı kitap okumayı zorlaştıran etkenlerden birisi olabilir. Aynı şekilde fazla kurabiye tüketimi de, kitaptan çok kurabiye eksenine kaymanıza yol açabilir, aman dikkat!

  Son olarak, birkaç şeye daha değinip yazımı bitirmek istiyorum. Öncelikle belirtmeliyim ki, bu yazı tamamen kişisel düşüncelerle kaleme alınmıştır ve de tamamen kişisel damak tadı gözetilmiştir. Genel bir düşünce topluluğu bulunmamakla beraber, kendi uygulayıp memnun kaldığım ''reçeteyi'' burada da okuyucularımla paylaşmak, onlara bir nebze de olsa tavsiyede bulunmak istedim. Umarım katkıda bulunabilmişimdir. Not : Yazı bolca mübalağa içermektedir, bunu gözeterek okumanızı öneririm. Sevgiler. Takipte kalın ! :)

Merhabalar..


  Bunca yıldır kitap okurum, bir akıllı da çıkıp demedi ki ''Aga bunları okuyon da niye yazmıyon?'' Sonuçta edebiyat eğlenceli olduğu kadar, bilgi odaklı da bir sanat dalı ve de anlattığı, ancak ve ancak onu okuyanın anlayabildiği kadar olduğu için üzerine düşünülmesi de gereken bir mecra. Düşünmek, suya yazı yazmak gibi bir şey olduğu için, zamanla unutulup gidilebiliyor. Ancak yazılanlar, hafızanın bir köşesinde her zaman varlığını devam ettiriyor. Bu bilimsel olarak da kanıtlanmıştır heralde. Bu sebeple, iş bu girmiş ve şu anda bu yazıyı okumakta olduğunuz blog'u açmaya karar verdim. Bundan böyle okuduklarımı yazacak, okumadıkları hakkında ileri geri konuşacak, yeni çıkacak kitaplarla ilgili haberleri paylaşıp onları yorumlayacak ve de -nadiren de olsa- kendi öykülerimi paylaşacağım. Eğer belli bir takipçi sayısına ulaşırsam (100.000 gibi bir şey (!)) kitap bile hediye edebilirim, belli mi olur ? İlk yazılar her zaman en zor olanlarıdır, çünkü ortada  yazacak bir konu yoktur, neyi yazacağınızı bilemezsiniz ve de saçmalayıp durursunuz. Yeterli satır sayısını doldurduğumu düşündüğümden dolayı, bu ''tanışma'' yazısını burada bitiriyorum. Tanıştığımıza memnun oldum, eğer sizi daha önceden tanıyor idi isem iki kez memnun oldum. İnceleme  yazılarım en kısa sürede başlıyor, takipte kalın, kendinize iyi bakın !