30 Ağustos 2012 Perşembe
29 Ağustos 2012 Çarşamba
Ter kokan bir kitap ''Yaşanmış Hikayeler''
''Herkesin gözünü kapamıyorlar ya. Bazen de kendiliğimizden kaparız.'' Böyle demiş Gorki, ne de güzel söylemiş.
Gözlerini kapatıp el üstünde tutulmak, bireysel kurtuluşa adım adım yaklaşmak, dünya nimetlerinden faydalanmak varken ne diye kavgamızda yol alsın ki insanlar? Biz onlara gelecekteki bir özgürlüğü vaat ederken, adamlar dünyayı vaat ediyorlar kısa süre içerisinde tüm maddi yönleriyle. Bir de manevi conta eklediler mi çarha, ohh, nasıl da kusursuz dönüyor işler. Ne diye uğraşsın dünyanın şekillenmesiyle? Ne diye uğraşsın emekçiyle, öğrenciyle, haklıyla, haksızla? Neden uğraşsın?
Ona dokunmuyor ucu. Yani o öyle sanıyor. O bunların dışında. Kendini böyle sayıyor. O arka sokaklarını görmüyor şehirlerin. Çünkü en önlerde yer buluyor kendine. Onun pek değerli bir geleceği var, amaçları, hedefleri var, ne diye uğraşsın? Ona mutluluk sunulmuş biz ise kavga sunuyoruz neden emek versin? Bir böyle bakılabilir bir de şöyle:
Neden anlatamıyoruz derdimizi? Neden insanlar kadın programlarıyla, şunla bunla uyutunca kendisini kızıyoruz da hala buralarda laf ebeliği yapıyoruz? Neden sokaklarda halkımızın yanında değiliz? Madem medya takipte, neden medya organlarında yokuz? Neden birilerinin bir şeyleri sahiplenmesine karşı çıkmıyoruz? Biz de bu alanda var olma mücadelesi vermiyoruz? Anlamayana bok atarken neden anlatamayan bizler hiç kendimize dönüp eksiklerimize bakmıyoruz? Daha iyi bir şey sundun mu ki insanlara senin yolundan gelsinler? Bir yeşil elma ile kırmızı elma arasında yapılan tercih gerçekten bir tercih midir?
Halkımızın yanında olmalıyız ve onlarla birlikte yaşamalıyız, onların içtiğini içmeli, onların yediğinden yemeliyiz. Bir aydın yavşaklığıyla yaklaşmamalıyız olaylara, halkımız gibi olmamalıyız, halkımızdan biri olmalıyız. Halkı anlatıyor Gorki, halkın sorunlarını anlatıyor, ve devlete de dokunduruyor kalemini. İnsanlar acı çekerken devletlerin refah içerisinde yaşamasını eleştiriyor ve halka acıyan gözlerle değil, anlayan gözlerle bakıyor. Çok iyi bir eser çok. Müthiş betimlemeler, müthiş yaratımlar. Ter kokan hikayeler yaratmış Gorki, işçilerin kutsal teriyle dokumuş öyküsünü.
- Unutma, insanlar bilgi değil, avuntu isterler.
- Düşüncelerini önyargılar zincirinden kurtaranlar için hapishane diye bir şey yoktur. Örneğin biz, gerekirse taşları bile zorlarız ve taşlar, biz istediğimiz için dile gelirler.
- İnsanın çenesinden dökülen bir diş, bir şey bulabilseydi eğer, hiç kuşkusuz, kendini benim kadar yalnız hissederdi.
- İşiniz gururunuz olduğunda, hayat bir eğlencedir! İşiniz göreviniz olduğundaysa, hayatınız kölelikten ibarettir.
- Ama hayat bir at değildi ki kamçı ile onu hızlandırma şansına sahip olalım.
- İnsanı en çok acıtan şey, birine hayatını hediye etmişken, o kişinin kendini başkasına hediye etmesidir.
KÜNYE
Kitap İsmi: Yaşanmış Hikayeler
Yazar: Maksim Gorki
Yayın Yılı: 2009
Yayınevi: Can Yayınları 6/10
Sayfa Sayısı: 304
Baskı: 1.Baskı
24 Ağustos 2012 Cuma
Ölümün kıyısında iç hesaplaşma ''İvan İlyiç'in Ölümü''
İvan İlyiç'in ölümü, kısa olmasına rağmen gösterişsiz bir roman değil. Tolstoy'un yaşadığı sıkıntılı ve buhranlı geçen yılların ardından girdiği depresyon sırasında kaleme aldığı roman, umut ışığının olmadığı ve mutlak sondan başka sonucun (ölüm) bulunmadığı bir atmosfere sokuyor okuyucuyu. Ve İvan İlyiç vasıtasıyla, okurların kendisiyle hesaplaşmasına yol açıyor.
Tolstoy, sizleri en korku duyduğunuz şeyden yakalar romanında: Ölümden. Bir solukta bitecek bir uzunluğa sahip roman boyunca (85 sayfa) sizleri ölümü düşünmeye davet eder. İvan İlyiç'in ölmesiyle, kendi ölümünüzün gerçekleştiğini sanır ve kendi sefil hayatınızdan kurtulmayı başardığınız için mutluluk duyarsınız. Ancak hayat ne acıdır ki, kitabın kapağını kapattığınızda, alçak hayatınızı yaşamaya devam edersiniz. Ne trajedi ama! Tolstoy'un sizinle için için dalga geçtiğini düşünür ve sinirlenirsiniz. Çünkü Tolstoy, ölümü olabilecek en yalın haliyle almış ve önünüze koymuştur.
Gerektiğinde eğlenen ama her daim yargıçlığın verdiği ağırlık ve otoriteyle çevresinde saygı uyandırmış olan İlyiç, pek de ciddiye almadığı bir evlilik yapar. Fakat çocukları olduktan sonra işleri de değişir, karakterler de... Burada romanın ilk odak noktası olarak, evlilik müessesi ele alınıyor. Kitapta, Tolstoy'un kadınlar hakkındaki saplantılı düşünceleri tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyor adeta. Örneğin İlyiç'in karısının davranışları yavaş yavaş tüm rasyonelliğini yitirir. İlyiç bu durumla mücadelede 'bekle gör' politikası izler ve beklerken kendini iyice işine verir, işinde yükselmeye başlar. (Ki bunu Tolstoy'un ''Her başarılı erkeğin ardında bir kadın vardır.'' önermesiyle dalga geçmesi olarak yorumluyorum ben.)
Daha sonraları romanın merkezi, İlyiç'in ölümle yüzleşmesine kayar ki asıl enfes yeri burasıdır. Artık nasıl olup da ölüm döşeğine düştüğünün bir önemi yok. Önemli olan, değişen şartlar altında, ailesiyle ve arkadaşlarıyla giderek iletişimsizlik yaşamaya başlamasıdır.İlyiç fark eder ki aslında kimse birbirini gerçekten anlamıyor, dinlemiyor. İşte bu noktada Tolstoy iyice coşar ve önce klişe gibi gözüken, sonra da epey derin ve manalı bir hale gelen şu saptamalarla romanını ölümsüzleştirir:
Klasik toplumun değer yargıları tamamen çarpıktır, çünkü ideal bir bireyin tanımı ölüm gerçeği gözönüne alınmaksızın yapılmıştır. Toplumun hayatın amacı sorusuna verdiği cevap, yani maddi başarı ve çoğu zaman y
yüzeysel olan mutluluk, ölümle ve acıyla yüzleşmiş birisi için aslında hiçbir anlam ifade etmiyor. Hayatın amacı sorusuyla bu şekilde yüzleşmiş olanlar, yani sakatlar ve ölüm döşeğindekiler, bu sorunu yalnız çözmek zorundadırlar çünkü toplum hayat hakkında farklı düşünenleri dışlar. Yaşlılar, ölümle yüzleşenler, toplum tarafından sürekli mızmızlanan fazlalıklar olarak görülürler. Toplumun canlılığının yanında çürümüş, bunamış, eskimiş insanlar. Oysa ki ölümün perspektifinden hayata bakabildikleri için, bu fazlalıklar gerçeği daha yalın görebiliyorlar.
İvan İlyiç de bu perspektifden bakınca, ilk defa hayatının ne kadar anlamsız olduğunu, onu hep toplumun yapay ve yüzeysel değer yargılarına göre yaşayıp harcamış olduğunu fark eder. Sadece çocukluğundaki ve ilk gençliğindeki bazı samimi anlar ona gerçek görünür, kalan her şey ölümün gölgesinde anlamsızlaşır.
Dolayısıyla Tolstoy, bilgelik için, hayat hakkında doğru saptamalarda bulunup yüzeysel değer yargılarından kurtulabilmek için, ölümü kavramanın gerekliliğini gösteriyor. Tıpkı arka bahçesinden dışarıya hiç çıkmamış birinin, başka ülkelere seyahati esnasında ufkunun açılması gibi, ölüm de hayatın anlamını berraklaştırıyor. Ve bu berraklıkla hayat yeniden başlıyor. İvan İlyiç'in en sonunda ''Ölüm bitti.'' demesi de bu yüzden. Çevresinde bekleşen akbabalar aslında ölü olanlar; sürünün içinde kendi hayatlarını konformizmle boğarak öldürmüşler. Kendisi ise uykudan uyanmış ve yeni bakış açısıyla yaşamaya yeni başlamış.....
Altı Çizilesi
- Toplum içinde giderek yükselirken, meğer hayatta hızla aşağı düşüyormuşum.
- İnsan saygı görmek için mutlu bir evlilik sürdürmek istiyorsa, -tıpkı memurlukta yükselmek gibi- mutlaka bir taktik belirlemeli ve ona göre hareket etmelidir.
- Fakat hiç olmazsa sebebini anlayabilseydim! Bu da olmuyor... Gerektiği gibi yaşamamış olsaydım neyse, aklıma yatardı. Ama böyle bir şeyi nasıl kabul ederim?
- Aslında her şey pek zengin olmayan insanların zenginleri taklit etmesinden ibaretti.
- Ölmek üzereyken etrafını saran bu yılanlar ne kadar aşağılıktı!
- Henüz evleneli bir yıl bile olmamıştı ki İvan İlyiç, evliliğin insana küçük mutluluklar getiren zor bir iş olduğunu anladı.
KÜNYE
Kitap İsmi: İvan İlyiç'in Ölümü
Yazar: Lev Tolstoy
Yayın Yılı: 1996
Yayınevi: Can Yayınları 7/10
Sayfa Sayısı: 85
Baskı: 4.Baskı
23 Ağustos 2012 Perşembe
21 Ağustos 2012 Salı
Bir kişisel yolculuk kitabı ''Hac''
Hac, (orijinal olarak; O diario de um mago) Paulo Coelho'nun yazdığı ilk romanı. Kitap, yazarın Saint-Jean-Pied-de-Port'dan Santiago de Compostela'ya dek uzanan bin yıllık ortaçağ hac yolunda yaşadığı kişisel yolculuğun merkezinde, hayat, yaşam, ölüm, doğa, aşk, sevgi ve din gibi konuları işliyor. Ayrıca hayatın daha iyi yaşanmasına ve hayattan keyif alınmasına yol açan bir takım egzersizlere de yer vermesiyle kitap, benzerlerinden büyük ölçüde sıyrılıyor ve kendisini özgün bir yerde konumlandırıyor.
En baştan söyliyeyim, ''Hac'' son zamanlarda okuduğum en çılgın kitaplardan birisi. Yürekten savaşmanın, zaferin, coşkunun ve korkunun, bir amaca inanmanın, iyilik etrafında insanların nasıl yer aldıklarının ve canlı tutulan hayallerin, insanın hayallerini öldürmesine yol açan şeylerin, hepsinden önemlisi de hayat çizgisinde olan bitenin bilge ifadelerle anlatılıyor olması, en az kabalmysteriet çılgınlığı kadar okuyucuya ''bugünden öncesi ve bugünden sonrası'' şeklinde bir ayrım yapabilme fırsatı verebiliyor. Okuyucuyu, ilk andan kendisine bağlıyor ve öykünün sonuna kadar da bırakmıyor. İnanç üzerine yapılan doğru analizler ve tarafsız bakış açısı, kitabın artı yönlerinin en başında geliyor. Okuduğunuzda, insana kendi ''Agapesini'' bulma isteği yaratan bölümleri ile, egzersizlerin öğretildiği kısımları ile, günümüz dünyasının hayhuyunun eleştirildiği kısımları ile roman, üst düzey bir yazar tarafından yazıldığını haykırıyor adeta. Coelho, daha ilk romanından, ustaca bir üslup ve dil oturtmayı başarmış, üzerine sonraki kitaplarında törpülediği yönlerini de açığa vurmuş gözüktü bana. Ayrıca sonraki romanlarında başat olarak ön plana çıkacak inanç, sevgi, aşk, gündelik yaşam kaygıları gibi temalara da yer vermesiyle, bir nevi öncü roman işlevi de görmesi bakımından önemli ve yazarın biyografisinde önemli bir yerde duruyor.
Kitapta adı çok sıklıkla geçen RAM Tarikatı gerçek mi, Coelho bu tarikatın bir üyesi mi bilmiyorum, ancak yazar da bunu önemsemiyor zaten. Tarikat yapısını, romanın çatısını kurmak amacıyla kullanıyor ve katalizör görevi yüklüyor ona. Bahsetmek istediği şeyler RAM Tarikatının iç yapısı, büyük ustaların bilgeliği ya da habercisiyle yaşadıkları değil kuşkusuz. Amacı, bize bu örgü üzerinden derdini aktarabilmek, bunu da layığıyla yerine getirdiğini söylemek mümkün. Ancak kitabın sonlarına doğru, Tapınak Şövalyeleri konusuna biraz fazla meyletti gibi geldi bana.Gereksiz olarak kitabın ortasında aniden ortaya çıkan Tapınakçılar -sanki daha önce hiç işlenmemiş gibi- öykünün gizemli tarafını oluşturuyordu oluşturmasına, ancak yeterince gerdiği ya da şüpheye düşürdüğü söylenemezdi. Aynı şekilde rehberiyle yaşadıkları ayrılma öyküsü de gereği kadar hüzünlendiremedi. Ancak kitap boyunca yazarı -dolayısıyla bizi- takip eden gizemli ruh, başarıyla yaratılmış bir profildi ve kitaptaki işlevini yerine getiriyordu. Tehdit unsuru hissini verebilmesinin dışında, korkutmayı da başarıyordu üstelik! Yazarın onun üstüne gitmektense Tapınak konusuna yönelmesi, beni hayal kırıklığına uğrattı kitabın sonunda, ancak olay örgüsünü sonunda güzel bir şekilde bağladığını söyleyebilirim.
Mutlaka okumalısınız diyebileceğim bir kitap değil ''Hac''. Okumazsanız bir şeyler kaybedeceğiniz bir kitapta değil. Ancak Paulo Coelho yazın hayatında önemli bir yeri olan ve yazarın insan sevgisini en iyi işleyen eserlerinden birisi olduğu için, okumanız size kesinlikle artı değer katacaktır. Ayrıca düşük sayfa sayısı da, okumanızı kolaylaştıran unsurlardan birisi olacaktır. Okuması keyifli, düşünmesi daha da keyifli bir kitap ''Hac''. Okumaktan keyif alır mısınız, kesinlikle. Okumazsanız pek bir şey kaybeder misiniz, hayır. Bu haliyle Hac, ne akar ne kokar bir kitap.
Altı Çizilesi
- Yürekten savaş, hayallerimiz uğruna verdiğimiz savaştır.
- Hayallerimizi öldürdüğümüzün ilk belirtisi vakitsizliktir.
- İzleyeceğimiz en iyi yolun hangisi olduğunu her zaman biliriz, ama hep alışık olduğumuz yolu izleriz.
- Sen kendi hayatını kendince yaşamalı, sorunlarını kendince çözmeli, engelleri kendince aşmalısın. Öğretmek, olanaklı olanı göstermektir yalnızca. Öğrenmekse onu kendin için olanaklı kılmaktır.
- Tanrı intikam değildir, tanrı sevgidir. Tanrının tek cezalandırma biçimi, sevgiyi yarım bırakan kişiyi onu sürdürmeye zorlamaktır.
KÜNYE
Kitap İsmi: Hac
Yazar: Paulo Coelho
Yayın Yılı: 2006
Yayınevi: Can Yayınları 4/10
Sayfa Sayısı: 215
Baskı: 1.Baskı
17 Ağustos 2012 Cuma
14 Ağustos 2012 Salı
Lüks, Moda, Süpersınıf.. ''Kazanan Yalnızdır''
Cannes, Fransa'nın güney bölgesinde kalan, on ila on beş bin arasında değişen nüfusa sahip, Akdeniz'e kıyısı olan bir sahil kentidir. Ancak her Mayıs ayında, nüfusunu ikiye katlar ve tüm dünyanın dikkatini üzerinde toplar. Bu olağanüstü durumun sebebi, iki hafta süren ünlü Cannes Film Festivali'nin yapılıyor olmasıdır. Paulo Coelho da kitabını bu festival çevresinde şekillendiriyor kitapta. Rus milyarder İgor, kendisini terketmiş eski karısı Ewa'yı tekrar elde etmek için Cannes Film Festivali'ne geliyor ve işe tanrının bıraktığı izleri takip ederek başlıyor, ardından planını adım adım uygulamaya koyuyor. Plan basit: Ewa'nın dikkatini çekmek için dünyaları yok etmek! Bunun için sistematik bir sıra belirlemiyor İgor, önüne geleni öldürüyor, çünkü bunun tanrının inayeti olduğunu düşünüyor. Ona bu görevi veren de tanrı en nihayetinde ona göre. Plajda takı satan kızdan ünlü bir film yapımcısına önüne çıkan herkesi öldürürken, önüne kimse çıkamıyor, çünkü çok zeki, planlı ve de -en önemlisi- zengin tabakaya, yazarın değimiyle süpersınıfa mensup.
Romanlarını daha çok geçmişin mistik ortamında, bu ortamın el verdiği simgesel dille kaleme alan Coelho, bir önceki kitabı Portobella Cadısı'nda olduğu gibi yeni kitabında da rotasını günümüz dünyasına, modern gerçekliğe çeviriyor. Romanın yazgısı da, yargısı da adından belli: Kazanan en nihayetinde hep yalnızdır.. İçinde yaşadığımız sistemin beyhude vaatlerine kanıp, bunlarla oyalanarak kendi kendini yok eden, köleleştiren orta ve alt sınıf yerine bu vaatlerin hepsini yerine getirmiş süpersınıfın romanı ''Kazanan Yalnızdır''.*
Kazanan Yalnızdır'da Paulo Coelho, kalemini bilinmeyenlerle dolu moda ve sinema dünyasının iç dünyasına çeviriyor. Küçük hesaplaşmalarla dolu, çıkar çatışmalarının her zaman en ön planda olduğu moda dünyasının ardında yatan cinneti, yıkımı, kaosu, mutsuzluğu ve vahşeti gözler önüne seriyor ve son derece de başarılı oluyor. Sırf göz önünde bulunabilmek, herkes tarafından tanınabilmek, zenginmiş gibi görünebilmek için insanların hayatlarını nasıl yok ettiğini gösteriyor çarpıcı bir biçimde. Ayrıca moda ve sinema dünyası hakkında hiç bilmediğimiz, perde arkasında kalan olayları da yediriyor kitabına, bu anlamda okuyucuları bilinçlendiren bir tarafı da olduğunu söylemeliyim.
Evet, Coelho'nun bu kitabı kitapta sözü geçen ''süpersınıf'' a ait olmayan biri için farkındalık yaratan bir kitap değil belki.. Belki de gereksiz uzatılmış, belki İgor dışındaki karakterler aşırı karton kalmış, belki bilinmeyen felsefi söylemler anlatmıyor, belki büyük bir farkındalık yaratmıyor, belki zaman zaman sıkıyor, belki diğer kitaplarından farklı bir teması yok... Belki belki belki... Bu kitap hakkında birçok belki çıkarabilirim, ancak bittiğinde üzülmemi sağlamış bir kitap ''Kazanan Yalnızdır''. Benim için de kitaplar konusundaki en önemli geçer akçe bu olduğu için, benden iyi bir not kapmayı başarmıştır ''Kazanan Yalnızdır''. Ancak size önerebileceğimi zannetmiyorum, çünkü okuyucuyla arasına baştan bir mesafe koyan ve genel okuyucu kitlesine hitap etmeyen bir kitap bu. Ancak meraklıları, zaten kaçırmayacaklardır tahminim...
Altı Çizilesi
- Büyük bir aşk uğruna bir evreni yok etmek kabul edilebilir mi?
- ''...Ama bir de ruha saldıran bir hastalık vardır ki, onu pek bilmeyiz. İlk evreleri çoğu zaman hiç fark edilmediği için çok tehlikelidir. İlk kayıtsızlık ya da ilk isteksizlik belirtisini önemsememezlik etmeyin!Bu hastalık ancak, yüzeysel bir şekilde yaşamaya zorladığımız ruhun acı çektiğini , hem de büyük acılar çektiğini fark ederek önlenebilir. Ruh güzel ve derin olan her şeyi sever.''
- Evet, kazandı. Ama Kazanan yalnız değildir.
- Deniz bir tek kum taneciğini yutmaya görsün, bütün bir avrupa küçülür. Kuşkusuz farkına bile varmayız. Belki yalnızca bir kum taneciğidir kaybolan, ama o anda koca kıta ufalır.
KÜNYE
Kitap İsmi: Kazanan Yalnızdır
Yazar: Paulo Coelho
Yayın Yılı: 2008
Yayınevi: Can Yayınları 6/10
Sayfa Sayısı: 376
Baskı: 1.Baskı
*Sabitfikir.com'daki Paulo Coelho yazısından faydalanılmıştır.
13 Ağustos 2012 Pazartesi
Bir Osmanlı Güzellemesi ''Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk''
İskender Pala'nın okumadığım tek romanıydı ''Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk''. Aynı zamanda yazarın da ilk romanı olan eser, Osmanlı diyarlarında uzun bir serüvene davet ediyor okuyucuyu. Yer yer tekrara düşmesi ve gereğinden fazla uzun olmasına rağmen, genel olarak kitabı beğendiğimi ve -daha da önemlisi- tavsiye ettiğimi söyleyebilirim.
Kitapta Fuzuli üstadın Leyla ile Mecnun mesnevisi de önemli bir yer tutuyor. Öyküyü Leyla ile Mecnun mesnevisinin yazılı olduğu bir kitabın gözünden okuduğumuz için, şaşılası bir durum değil bu tabii. Yazarın diğer eserlerinde bir çok kez gönderme yaptığı Leyla ile Mecnun mesnevisinin, bu kitapta bu derece ön planda tutulması, biz öyküyü pek iyi bilmeyen tayfanın öykü hakkında bilgilenmesini de sağlıyor bir bakıma, ki bu da kitabın ''hızlandırılmış Divan Edebiyatı kursu'' havasına son derece uygun düşen bir durum. Şahsen hep duyduğumuz ve dünya üzerindeki en büyük aşk olarak bildiğimiz ancak okumaya tenezzül bile etmediğimiz Leyla ile Mecnun öyküsünü okuma düşüncesi oluştu kitabı bitirince kafamda, yazarın da oluşturmak istediği en önemli şey buydu romanda sanırım. Bu anlamda kitabın beni tavladığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Gelelim kitabın kötü yanlarına. İskender Pala'nın kafasında kurguladığı ve kitabın okunabilirliğini arttırmak için gerekli bir hamle olan Babil Cemiyeti, kitapta çok saçma, klişe, banal ve absürd bir şekilde ele alınmıştı ve en az tehdit unsuru oluşturan gizemli örgüt dalında başa oynayacak derecedeydi.Mesnevinin yazılı olduğu kitabın denizlerin üzerinde yüzmesi, yangınların içinde bulunması, kaybolması, izbe yerlerde unutulmasına rağmen, sağ salim varlığını devam ettirmesi, devamlılık sorunları yaratan bir durumdu. Ayrıca yapılan kısaltmalar, kitabın havasına darbe vurmakta. Sürekli tekrar edilen L&M, BUAM, BC gibi kısaltmalar, kitabı okurken göz zevkini bozan unsurlardı. Ayrıca yazarın bildiği her şeyi kitaba yedirmeye çalışmış olması ve bilgilerinin tamamını adeta 'kusması', bir yerden sonra çok fazla sıktı. Kitabın gereksiz derecede uzun olduğunu da söyleyebilirim. 250-300 sayfa olması halinde efsane olabilecekken, 400 küsur sayfa sayısıyla, bir yerden sonra sıkan bir tarihi romana dönüşmüş 'Babilde Ölüm İstanbul'da Aşk'.
Osmanlı diyarlarında hoş bir tarihi gezinti sunan kitap, okuduğunuza değiyor sonunda. Okuyucuya geniş bir yelpazede Osmanlı sanatına dair bir perspektif sunuyor ve daha önemlisi, okurken size keyif veriyor. Kapağını açtığınız andan itibaren, kitabın sonunun nasıl geldiğini anlayamacaksınız, yazarın hafif kaçan üslubu ve bahsettiğim eksik yanlarına rağmen !
- Başka hiçbir şey hatırlamadım, ne kadar zaman bilmiyorum, hatırlamayı unuttum. Uyudum ve uyanmayı sildim lugatimden. Aaah! Vuslat. Unuttuğumu hatırlat bana!
- Leyla!Seni aramak için yazık ki iradem elimde değil. Beni getiren de, gönderen de; satan da alan da başkası! Ben sana gelemiyorum bari sen getirt; sana satılamıyorum bari sen al.
- Çok özledim seni çok! Ne olur seher yeliyle kokunu yolla bana, ne cihette olduğunu bileyim en azından!
- Demek insanların ihtirasları bilimi boğmaya başlayınca gerçeklerden ziyade kurallar öne çıkıyor; hakikat yoldan sapmaya başlıyordu.
KÜNYE
Kitap İsmi: Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk
Yazar: İskender Pala
Yayın Yılı: 2003
Yayınevi: Kapı Yayınları 5/10
Sayfa Sayısı: 415
Baskı: 45.Baskı
3 Ağustos 2012 Cuma
Tanrının Kırbacı ''Attila''
''Kavimlerin sarsılması, bütün dünyanın korkması için doğmuş adam!'' denir Attila için genellikle. Boğazına kadar günaha batmış batı alemini cezalandırmak için tanrının gönderdiğine inanılır, ve bu yüzden ''tanrının kırbacı'' mahfazasına yükseltilir bazı kesimlerce. Birazdan bahsedeceğim Marcel Brion imzalı kitap da, bu Attila'yı anlatmak için yola çıkıyor en başta.. Ancak ulaştığı nokta, pek farklı oluyor ne yazık ki.
Attila, paylaşılamayan bir liderdir günümüzde. Macarlar ''Attila bizdendir.'' der, bizse ''olur mu efenim, Attila Hun'dur, Hun'lar da türktür. Bu yüzden Attila türktür.'' diye karşı çıkarız.. Yabancılar da büyük saygı duyarlar başbuğa. Nefret ederler belki evet, ama saygı duymayı da ihmal etmezler. Kim bilir kaç sene anneler bebeklerini uyutmak için, ''Uyumazsan Attila gelecek.'' yalanını söylemiştir.. Böylesine yer etmiş bir liderdir Attila. Günümüzden bin beş yüz sene önce yaşamış olmasına rağmen, hafızalardaki tazeliğini korur hala. Bu kadar büyük bir lideri anlatmak da kolay değildir elbette, bu yüzden Marcel Brion'un eserine başlarken olabildiğince ılımlıydım. Ancak karşılaştığım hatalar, göz yumulmayacak düzeydeydi. Nereden başlasam? Geçmişten gelen Bozkır yaşayışından, ısrarla göçebe yaşam olarak bahsedilmesi gözüme batan ilk hataydı. Bozkır sistemine göre, her toplumun bir yaylağı, bir de kışlağı bulunur ve yazları yaylakta, kışları da kışlakta geçirilir. Göçebe yaşam ise daha farklıdır, buna göre sürekli bir göç hali vardır ve bir ay yaşanılan yerde, öbür ay yaşanmaz. Hunların sistemsiz yaşayan bir toplum değinmek için yapılmış bilinçli bir hataymış gibi çarptı bu gözüme. Doğu Roma'dan Bizans diye bahsedilmesi kendi tarih kitaplarımızın bile yaptığı bir yanlış, buna alışkınız. Bu kitap da bu yanlışı yinelemekten geri durmuyor tabii. Berabere bitmiş olan büyük Salon Meydan Savaşı'nı Romalıların kazandıklarını söylemesine ne demeli ? Hunların barbar bir kavim oldukları, çıplak gezdikleri, kadınlara değer vermedikleri gibi hatalar da kitapta sürekli yinelenen çarpıklıklar olarak göze batıyor.
Büyük Roma Generali Aetius da bulunuyor kitapta. Aetius'tan birçok kaynakta ''Son Romalı'' diye bahsedilir hep. Ne kadar büyük bir general olduğu bilinir herkes tarafından. Ancak Attila'yı anlatmak düsturuyla yola çıkmış bir eserin, bir bölümden sonra tamamen Aetius'a yönelmesi, büyük bir yazar yanlışıydı. Bir bölümden sonra Attila'yı okuduğumu unutup, elimde Aetius hakkında bir kitap tuttuğumu bile düşündüm. Ayrıca kitaba göre, Attila hiçbir şey başaramamış bir lider olarak gözüküyor. Kitapta Attila'nın Germenlere yaşattığı korku, Tuna Nehrine baştan sona kadar hakim olması, Doğu ve Batı Roma'yı baskı altında tutması gibi konular, çok hızlı bir şekilde geçiştirilirmiş. Berabere biten Salon Meydan Muharebesi, Attila'nın kaybettiği bir savaş olarak gösterilmiş ve Attila'nın son büyük yürüyüşü, Catalaunum Savaşı da başarısızlıkla sonuçlanmış kitaba göre. Catalaunum Savaşı sonrası, Attila'nın Roma'yı vergiye bağlaması, askeri kuvvetlerini dağıtması ve rivayete göre Papa'ya önünde diz çöktürmesi gibi konulardansa, hiç bahsedilmemiş! Ayrıca kitapta Hunlardan barbar olarak bahsedilirken, Attila'nın uygar bir kişi olarak değerlendirilmesi, kesinlikle büyük bir tezat oluşturuyor. Ayrıca, bizzat Attila'nın ağzından söyletilip, gerçek hissi verilmeye çalışılarak Roma ordusunun övülüp, Hun ordusunun yerden yere vurulması gibi unsurlar da, yazarın tarafını tamamiyle belli eder cinsten.
Kötü bir kitap. Zaman kaybı mı? Cevabım ne yazık ki evet. Attila hakkında iyi bir kitap okumak istiyorsanız, Harold Lamb'in ya da Peyami Safa'nın kitaplarını okumanızı öneririm size. Marcel Brion ise, kitabı yazarken at gözlüklerinden kurtulamamış hiçbir türlü. Bu da ortaya karalama amaçlı yazılmış bu kitabı çıkarmış. Vaktinizi boşa harcamak istemiyorsanız, uzak durun...
Altı Çizilesi
- Savaşa başlarken ve masaya otururken her ihtimali göz önüne al ve kendini en kötü duruma hazırla!
- Eceli gelen rahat yatağında da ölür!
- Romalılar büyük şeyler yaptılar ama hepsi geride kaldı. Ne yaptılarsa bizde yapabiliriz. Dünyaya hükmetmeliyiz.
- Ya bir gün yerime otururlarsa endişesi ile becerikli insanların önünü tıkama.
- Düşmanın büyüğü küçüğü olmaz. Üç-beş atlıyı bile hafife alma.
KÜNYE
Kitap İsmi: Tanrının Kırbacı Attila
Yazar: Marcel Brion
Yayın Yılı: 2004
Yayınevi: İlgi Kültür Sanat 2/10
Sayfa Sayısı: 268
Baskı: 2.Baskı
2 Ağustos 2012 Perşembe
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)