30 Ekim 2012 Salı

Goethe'nin Kaleminden ''Genç Werther'in Acıları''


   Teknik açıdan kusursuz, ancak yine de romantik. İşte karşınızda geçen milenyumun en abartılmış eserlerinden bir tanesi!..

  Büyük Alman yazar Johann Wolfgang von Goethe'nin eseri ''Genç Werther'in Acıları''nı sevemedim bir türlü. Bunda romantizmi sevmememin büyük etkisi var evet, ancak sadece bu kadarla mı sınırlı? Bunda kitabın koftiden mesajlarının, aşırı ağlak halinin ve gerçek yaşamdan soyutlanmış baş karakterinin hiç mi etkisi yok yani?

  Öncelikle bahsetmek gerekir ki, Werther'in yaşadığı dram çok da olağanüstü bir durum değil. O yılların en klasik aşk acılarından birisini yaşayan Werther'in yaşadığı buhran ve iç bunalımları, allayıp pullayarak okuyucuya sunmak, Goethe'nin kaçtığı bir kolaylık gibi geliyor bana. Yazarın bu romanı 3 ayda yazdığını biliyordunuz değil mi? Peki ya romanı yazma amacını? Kısaca bahsetmek gerekirse, 1771 yılında tıpkı Werther gibi bir baloda tanıştığı Charlotte Buff'a olan aşkı karşılıksız kalınca, intiharın eşiğine gelen Goethe, intihar fikrinden cayabilmek için bu romanı kaleme alıyor ve başkahramanını da romanın sonunda öldürerek zihni bir tatmin yaşıyor. Yani tamamen edebi kaygılarla yazıldığı söylenemeyecek bir roman ''Genç Werther'in Acıları''.



  O dönemin en şehvetli ve utandıran hareketleri, günümüzde çok masumane kaçıyor, ''günümüz okuyucusuna'' ilginç gelmiyor, gelemiyor daha doğrusu. ''Mektup-Kitap'' tarzına da bir türlü ısınamayan bir insan olduğumdan, eser bir-sıfır yenik başladı zaten benim için. Ve maalesef ki attığı goller, yediklerinden hep bir azdı. Dostoyevski gibi çok sevdiğim bir yazarın büyük eseri ''İnsancıklar''ı bile, bu sebeple beğenmemiş birisi olarak, eserin beni yer yer sıktığını söylemeliyim.

  Kendini yeni çağa taşıyamamış, bir anlamda yenileyememiş bir roman bu, çağımıza ayak uyduramıyor ne yazıktır ki. Bazı eserler vardır, her dönem tazeliklerini korurlar. Kafka'nın ''Der Process''i, ya da Camus'nun ''Yabancı''sı gibi. Bu kitap onlardan birisi değil maalesef.

  Son bir not, Faust gibi bir karakter şaheseri yaratmış bir müthiş yazarın, Werther'e başvurması ironi değil de nedir?


Altı Çizilesi

  • Acının insanlarla paylaşıldığı takdirde azalacağı konusunda kuşkusuz haklısın, değerli dostum, keşke insanlar-niçin böyle olduklarını ancak tanrı bilir!- geçip giden şimdiyi yaşamak yerine, geçmişte kalan bir sıkıntının hatıralarını anımsamak için hayal gücünü bu kadar zorlamasalar.
  • Çoğunluğu zamanın büyük bir bölümünü yaşamak için kullanıyor,geriye kalanı ise, özgür oldukları küçük zaman diliminden öyle korkuyor ki, ondan kurtulmanın her türlü yolunu deniyor. işte insanın değişmez yazgısı..
  • Tanrının bize her gün sunduğu güzel şeylerin tadını çıkaracak kadar kalbimizin kapıları açık olursa, başımıza gelen kötü şeylere katlanacak gücümüz olur.
  • Tembellik neyse keyifsizlik de odur, tembelliğin bir türüdür. Doğamızın buna eğilimi var, ancak toparlanma gücünü bulursak kolaylıkla çalışmamız mümkün olur, gerçek hazzı elde etmenin yolu çalışmaktan geçer.
  • Burada olumsuz duygulardan bahsediyoruz, herkesin kurtulmak isteyeceği duygulardan; kimse denemeden gücünün sınırlarını bilemez.
  • Dışa vurduğu ufak sevinçleri elinden almak için, bir insana baskı yapanlara yazıklar olsun. ne dünyanın tüm armağanları, ne de tüm lütufları, başımızdaki despotun kıskanç sıkıntısının bize zehir ettiği bir anlık neşenin yerini tutar.
  • Gerçi dünyadaki bütün işler değersiz, başkaları istiyor diye kendi tutkusunu, kendi gereksinimini dikkate almadan para, onur ve başka şeyler uğruna kendini yiyip bitiren insan her zaman budalanın biridir.

                                                                 KÜNYE



   
Kitap İsmi: Genç Werther'in Acıları
Yazar: Johann Wolfgang von Goethe
Yayın Yılı: 2007
Yayınevi: Can Yayınları                                   5/10
Sayfa Sayısı: 159
Baskı: XI. Baskı
 

29 Ekim 2012 Pazartesi

Anthony Burgess'in Tuhaf Hikayesi


  İngiliz romancı, besteci, eleştirmen.
 
  1959 yılında Burgess'e ameliyat edilemez bir beyin tümörü tanısı kondu ve bir yıldan az bir ömür biçildi. İlk karısı Lynne'in geçimini sağlamaya kararlı olan Burgess öfkeyle masaya oturup 12 ay içinde beş buçuk roman yazdıktan sonra teşhisin yanlış olduğu anlaşıldı. Bu arada artık tanınan bir yazar olmuştu...

   50'den fazla roman ve hikaye yazdı. Günümüzde, XX. yy'ın büyük İngiliz yazarlarından birisi olarak anılıyor.

27 Ekim 2012 Cumartesi

Gece / Pavese


Ama rüzgarlı gece, berrak gece
belleğin belli belirsiz anımsadığı, uzaktır
bir anıdır. Yitmiş şaşkın bir sakinlik
o da yapraklardan ve hiçlikten oluşmuş. Hiçbir şey
kalmıyor
anıların ötesindeki o zamandan, belli belirsiz
bir anımsama dışında

Kimi zaman geri dönüyor güne
yaz gününün kıpırtısız ışığına
o uzak şaşkınlık

Boş pencereden
çocuk diri ve koyu tepelerdeki geceye bakardı
ve şaşırırdı tepeleri üst üste yığılmış görmekten
belirsiz ve berrak devinimsizlik. Karanlıkta hışırdayan
yapraklar arasında, tepeler belirdi
orada güne ait her şey, kıyılar
ve ağaçlar ve üzümbağları apaçık ölüydü
ve yaşam bir başka yaşamdı, rüzgardan, gökyüzünden
yapraklardan ve hiçlikten

Kimi zaman geri dönüyor
günün kıpırtısız sakinliğinde anısı
o yoğun yaşamın, şaşın ışıkta...

25 Ekim 2012 Perşembe

Geride kalmayı hak etmeyen bir kitap ''Bir İdam Mahkumunun Son Günü''


  Victor Hugo, XIX. yüzyıl edebiyatının en büyük yazarlarından birisi kuşkusuz. ''Les Miserables'', ''Notre Dame de Paris'' gibi başyapıtları sadece Fransız edebiyatının değil, Dünya edebiyatının en büyük başyapıtlarından birkaçı. Romantizm akımının da öncüsü aynı zamanda. Ölümünden sonra, resmi tören ve milli yas ilan edilmiş bir yazar. Böylesine büyük bir sanatçının, henüz sadece 26 yaşındayken yazdığı ''Bir idam mahkumunun son günü'' gibi büyük bir eser çıkartmış olmasına şaşmamalı.

  İsimsiz bir başkahramanı öyküsünün merkezine koyuyor Hugo. Okuyan herkes kendisini onun yerine koyabilsin diye... Ve bu kahramanın yaşadığı yargılama sürecine tanık ediyor bizleri eserinin başlarında. İşlediği cinayet yüzünden yargılanan kahramanımızın aldığı trajik ceza sonrası, yaşadığı iç hesaplaşmayı gözler önüne seriyor. Ancak taraflı bir yaklaşımda bulunduğu da şüphesiz. İdam Mahkumuna o kadar masum gözlerle bakıyor ki Hugo, işlediği suçu önemsemiyor bile. Greve Meydanında gördüğü idamlar onu çok etkilemiş olmalı.

  Victor Hugo bir soru ile sarsar okuru: ölüme hazırlıklı olunur mu? Romanın birkaç yerinde bu soruya döndüğünü görürüz. İdam tarihini hatta saatini bilen kişinin, bu bilgiyi edindikten sonra yaşadığı söylenebilir mi? insan bundan sonra kalan günleri normal duygularla, normal bellekle yaşayabilir mi?



 Bu romandan sonra yazdığı bir makalede Hugo bu eserinde aslında geçmişi sorguladığını açıklar: “Geçmişin toplumsal yapısı üç sütun üstüne kuruluydu: rahip, kral, cellât. Uzun zaman önce bir ses şöyle demişti: ‘Tanrılar çekip gitsin!’ Son olarak da başka bir ses yükseldi ve şöyle bağırdı: ‘Krallar çekip gitsin!’ Şimdi zamanı artık, üçüncü bir sesin yükselip şöyle demesinin: ‘Cellâtlar çekip gitsin!’ Böylece eski toplum parça parça dökülecek: böylece Tanrı’nın takdiri geçmişin çöküşünü tamamlayacaktır.”

 Hugo’nun bu sözlerinin değerini anlamak için, yaşadığı döneme göz atmak gerekir. 1789 devrimi sonrası, sosyal sınıfların altüst olduğu bir Fransa’da doğmuştu Hugo. Napoleon ordularında subay olan babası, o daha dokuz yaşındayken general unvanı almıştı. Hugo’nun kişisel gelişmesine baktığımızda, bir yanda kralcı geleneği, öte yanda da devrim ideallerine inanan bir neslin çocuğu olduğunu görürüz.

 Ortaçağdan çıkan Avrupa’da, kilise Aydınlık çağında mutlak hâkimiyetini yitirmişti. Hugo rahip, kral ve cellât üçlemesinin ilkinde yeniçağın başarısını dile getiriyordu. İkinci temel olarak gördüğü krallık ise Fransız ihtilali ile sona ermişti. Şimdi gözlerini geleceğe ayarlamış bir nesil olarak, devrim sonrası dünyada keşmekeş yerine, özgürlüğün temel alındığı insanca yaşam hayal ediyordu.

 “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü” eserinde, toplumun ilk ikisinden kurtulmasının yetersiz olduğu açıkça görünüyor. Ölüm bir sahne gösterisi iken, ne kardeşlik, ne de eşitlikten söz edilebilir. Hugo’ya göre uygarlık, birbirini izleyen bir dönüşümler dizisidir. Ceza konusuna uygarca bakmadıkça, uygarlığın önemli bir ayağı eksik kalacaktır.

 “Bir İdam Mahkûmu”nun, yapısal açıdan çok tutarlı bir bütünlüğe sahip olduğunu söyleyebiliriz. Romanın anlatıcısı, idama mahkûm edilen kişinin ta kendisidir. Ölüm tarihini beş hafta önce öğrendiğini söyleyerek başlar anlatısına. Bunu öğrendiğinden beri, bu bilginin ağırlığı altında ezildiğini de, yine hemen ilk satırlarda, söyler.

 Roman boyunca idam mahkûmunun ne adını öğreniriz, ne de işlediği suçun ne olduğunu. Victor Hugo özellikle okuru yargıç rolüne koymak istemez. Okur, kahramanın cezayı hak edip etmediğini sorgulamak durumunda kalmaz bu anlatıda, aksine bizim ilgimizi çeken cezanın – her ne koşulda olursa olsun – uygarlık dışı oluşudur.

 Romanın doruk noktasında yer alan bir sahne, mahkûmun kendinden önce giyotine gidenlerin bekletildiği hücreye konduğu sahnedir. Burada daha önce kalmış kişilerin duvarlara attıkları imzalar ve tarihler, gerçekten ürperticidir. Aralarında babasını, kardeşini öldürmüş olanlar vardır, yazar onlara sempati duymamızı beklemez; ancak kimsenin ölümüne neden olmamış olan (en az) bir mahkûmun olması, bakışımızı esnekleştirir.

 Hugo duygularımızla ikilemler yaratır roman boyunca. Bir yanda bekleyen cellât imgesini roman boyunca canlı tutar ama öte yanda sıcacık ağustos güneşi, hapishanenin taşlarına yumuşak ışığını vurur, duvarlardaki çatlaklar arasında yaşamın sürdüğünü, fışkırıp çıkan minik kır çiçekleri anımsatırlar. Bu anlatıda hiçbir şey sadece siyah ya da sadece beyaz değildir. Hiç kimsenin sadece suçlu ya da masum olmadığı gibi.



 Mahkûmun ölüme gidişinde de dramatik değişimler yer alır (bunlar kuşkusuz romanın çarpıcı etkisini güçlendirir.) Mahkûm, mahkemede cezasına karar verilirken, kürek mahkûmu olması için direnen savunma avukatını sert biçimde durdurur: “yüksek sesle haykırarak yinelemek istiyordum! Yüz kez ölmeyi tercih ederim!” Mahkûmun bu düşüncesinin romanın sonuna kadar aynı kalmadığı izlenimini ediniyoruz. Hapishaneye getirilen kürek mahkûmlarının yaşam dolu davranışlarını onda hiç görmüyoruz. Ayrıca ilerleyen sayfalarda, ölüm, tüm cesaretini açık bir biçimde kırıyor.

 Hugo, roman kahramanının tüm yüzleriyle görünmesini sağlıyor. Ölüm karşısında kahramanca duran bir şövalye değil o, aksine çok sıradan bir insan. Geride bıraktığı annesi, karısı ve en çok da küçük kızı için endişeleniyor. Endişelerinde de ikilem hissediyoruz. Annesinin neyse ki, bu acıyla fazla yaşamayacağını söylerken sanki derin bir rahatlama nefesi alıyor. Karısının da nazik sağlığının bu acıya dayanamayacak olması yine onu rahatlatan bir neden gibi görünüyor. Onların acı çekmesini düşünmek bile çok ağır bir yük mahkûm için. Bir de tabii henüz olayları anlayamayacak yaşta olan kızı var, işte konu kızına geldiğinde hiç gücü kalmadığını hissediyor. En büyük acıyı ve suçluluk duygusunu kuşkusuz kızını düşününce hissediyor.

 Victor Hugo 1800’lerin başlarında gerçek anlamda uygarlığın ne olduğu sorusunu en ince noktalarıyla irdelemiş bu eserinde. Aradan geçen iki yüz sene, bu konuda fazla yol almadığımızı gösteriyor. Hugo’nun satırlarını okurken, ister istemez akla askeri hapishane olarak kullanılan  ''Guatanamo'' geliyor. Uluslar arası Af Örgütü ve Birleşmiş Milletler raporlarında 21. yüzyılın yüzkarası olarak adlandırılan bu hapishane, aradan geçen yüzyılların insanlık açısından çok bir şeylerin değişmemiş olduğunu kanıtlıyor adeta.



Altı Çizilesi

  • İnsanlar..Bütün insanlar, günü meçhul bir infaza mahkumdurlar.
  • Mezarın kapısı, içerden açılamaz.
  • Gotumsu, Vizigotumsu, Ostrgotumsu bir şeyler...

                                                               KÜNYE


Kitap İsmi: Bir idam mahkumunun son günü
Yazar: Victor Hugo
Yayın Yılı: 1999
Yayınevi: Can Yayınları                                 6/10
Sayfa Sayısı: 151
Baskı: XI. Baskı

19 Ekim 2012 Cuma

Bir Peri Masalı ''Hayvan Çiftliği''




  -Dikkat!Yazı sürprizbozan içerir.-

  Kitapların benim deyimimle art niyetlerinin daha rahat anlaşılabilmesi ve saptamaların kurguyu doğru hedeften vurabilmesi için her zaman yazarlarının biyografilerinin de göz önünde bulundurulması gerektiğini düşünmüşümdür. Bu bağlamdan baktığımızda george orwell ’in ideolojik duruşu ve bu duruştaki değişimler-gelişimler hayvan çiftliği’ne kuşkusuz yansımıştır. Orwell, gençliğinde ingiliz sömürgesi altındaki burma’da polis teşkilatında görev yapmış, emperyalizm üzerine görüşleri burada filizlenmiştir. Daha sonra döndüğü ingiltere ve sonrasında da fransa’da alt sınıf işlerde çalışmış, bu dönemde proletaryayı gözlemlemiştir. Aslen bir muhabir olarak gittiği ispanya’da marksist birleşik işçi partisi’ne(poum ) katılmış hem faşist franco yanlılarına hem de komünist stalin yanlılarına karşı savaşmıştır. Hayvan çiftliği’ndeki satirik alegorilerin hepsini bu bilgilerin ışığında değerlendirebiliriz.

  Öncelikle hayvan çiftliği’ni yalnızca stalin ve rus devrimi karşıtı bir kitap olarak göremeyeceğimizi belirtmek isterim. Eğer böyle yaparsak kitabı komünizm karşıtı bir propaganda oyuncağı olarak gören ve örgün öğretime bu amaçla yerleştiren amerikan siyasetinden bir adım daha ileri gidememiş oluruz. Hayvan çiftliği açık bir biçimde sömürü, emperyalizm, kapitalizm ve stalinizm-reel sosyalizm eleştirisidir.



  Öykünün başlangıcında koca reis adında kır bir erkek domuz tüm hayvanları toplayarak bir konuşma yapar. Yoksulluktan, kölelikten ve adaletsizlikten bahsederek, çözümün ayaklanma olduğunu söyler. Ne zaman gerçekleşir bilemem, bir hafta da olabilir bir yüzyıl da ama hak er geç yerini bulacaktır der. Ayaklanmadan sonra hayvanların insanlara benzememesi gerektiği, hiçbir hayvanın kendi türüne zorbalık etmemesi gerektiği ve tüm hayvanların eşit olduğunu söyler.Bir süre sonra da devrimi göremeden ölür, ve ayaklanmadan sonra hayvanlar kafatasını törenlerde selamlamak için kullanırlar. Koca reis şüphesiz Karl Marx ’tır. Devrimi öngörmüştür ama yaşayamamıştır. Kafatasının selamlanması ise muhtemelen Marx’ın portrelerine yapılan bir göndermedir.

  Ayaklanmadan(devrimden) sonra hayvanlar 7 emir adlı bir kurallar listesi oluşturlar. Bu aslında 7 maddelik bir anayasadır;
1. iki ayak üstünde yürüyen herkesi düşman bileceksin.
2. dört ayak üzerinde yürüyen ya da kanatları olan herkesi dost bileceksin.
3. hiçbir hayvan giysi giymeyecek.
4. hiçbir hayvan yatakta yatmayacak.
5. hiçbir hayvan içki içmeyecek.
6. hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldürmeyecek.
7. bütün hayvanlar eşittir.
  Bu 7 emir domuzların çıkarları doğrultusunda zamanla değişecektir.

  Napoleon’un ilk baştan çıkışı ineklerin verdiği sütle olur. Süt hayvanların hiçbiri için olmazsa olmaz bir besin değildir. Hatta bir an Napoleon ile inekler arasında bu süt ile ne yapılabileceği tartışılır. hiçbir şey bulunamaz ve ardından tavuklar Jones’un arada bir yemlerine süt kattığını söyleyerek sütü kullanabileceklerini belirtirler. O anda Napoleon’un benliğini açgözlülük bürüyerek tartışmayı savuşturur ve hayvanları tarlaya gönderir. Hayvanlar döndüğünde ise napoleon sütü domuzların içmesi için almış ve diğer hayvanlara hiçbir zaman vermemiştir. Benzer bir durum çiftlikteki ağaçlardan elma hasadı alınması ile de gerçekleşir. Bu durum yerleşik toplumların tarım tekniklerini geliştirip artı ürün elde etmelerinde görüldüğü gibi üretimin üst sınıflar tarafından ele geçirilmesi ile benzerdir. Bu olaydan itibaren hikayedeki kardeşlik, yoldaşlık kavramları ortadan kalkmaya ve ezen ezilen, yöneten yönetilen ilişkisine dayanan bir çıkar ilişkisi çiftliğe hakim olmaya başlar.

  Domuzların diğer hayvanlardan daha zeki olmaları ve çiftliğin yönetim ve idaresini ellerinde bulundurmaları, onlara daha geç uyanma, daha iyi beslenme, fiziksel hiçbir iş yapmama gibi ayrıcalıklar tanır, ve diğer hayvanlar da bunu tereddütsüz kabul ederler. Benzer şekilde domuzların okuma yazmayı diğer hayvanlardan çok daha iyi bilmesi öykünün ilerleyen bölümlerinde cahil ve eğitimsiz hayvanların (halkın) zararına olacaktır.

  Napoleon ile beraber yönetimde yer alan snowball adlı domuz, tüm hayvanların ortak yararına olacak bir yel değirmeni projesi geliştirir. Ancak napoleon bu projeye karşı çıkar ve snowball’u çiftlikten sürer. Fikirleri tehlikeli bulunan snowball muhtemelen Lenin’dir, Napoleon ise devrimden sonra zamanla diktatörlüğünü yayan Stalin’dir. Snowball çiftlikten sürüldükten sonra, gerçekdışı bir şekilde bir dış tehdit unsuru olarak korku öğesi haline getirilir, hayvanların kafasını karıştırmak ve çiftlikte olan biteni kavrayamamalarını sağlamak için kullanılır, çiftliğe zarar veren sıçanların snowball hesabına çalıştığı, kayıp anahtarları gece gelip snowball’un aşırdığı, snowball’un önce bay Pilkington’la(İngiltere), sonra bay Frederick’le(Almanya) işbirliği yapıp, hayvan çiftliğini ele geçirmeye geleceği söylentisi yayılır. Snowball’un çiftlikteyken yaptığı her şey de değiştirilir, dönüştürülür, aslında Jones’la işbirliği yaptığı, ağıl savaşında bir korkak gibi davrandığı, hainliğinin belgelerinin ele geçirildiği gibi safsatalarla tarih değiştirilir. Tarihin, geçmişin değiştirilmesi de çok yabancı olduğumuz bir kavram olmasa gerek.



  Snowball çiftlikteyken koyunların ve atların okuma yazma öğrenmesi için bir plan yapmıştır ancak sürgünüyle beraber bu eğitim planına devam edilmez. Belki de bilerek, Napoleon tarafından eğitimsiz bırakılırlar. Çiftliğin alfabeyi dört harfe kadar öğrenebilen güçlü atı Boxer’ın iki düsturu vardır; ''daha çok çalışmalıyım'' ve ''Napoleon her zaman haklıdır''. Boxer komünizme inanmış saf ve çalışkan proletaryayı temsil eder. Emeklilik hayalleri kurarken sonu at kasabı olur.

  İlk kez Snowball’un sürgünü sırasında ortaya çıkan, Napoleon’un yetiştirdiği, onu koruyan ve her dediğini yapan köpekler KGB’yi temsil eder. Snowball’la işbirliği yaptıkları ithamlarıyla idam edilen hayvanları bu köpekler boğazlar ve çiftlikte bir korku unsuru haline gelirler.

  Squealer adlı domuz Snowball’un sürgününden sonra sıkça karşımıza çıkar. Napoleon’un davranışlarını ve kararlarını halka çarpıtarak o açıklar, Snowball’un karalama kampanyasını o yürütür. Adaletsizce bir uygulama yapıldığında hayvanların bunu desteklemelerini sağlamak için, Squealer hayvanları hemen Jones’un geri gelmesiyle tehdit eder. Alakalı alakasız her durumda devrimden önceki zamana geri dönüşle korkutur. Squealer Stalinci Basını temsil eder. Propoganda ve göz boyama işlerinde ustadır.

  Moses adlı kuzgun ise adındaki göndermeden de anlaşılacağı gibi din adamlarını temsil eder. Hayvanların bu dünyada çektikleri sıkıntıların hepsinin ölünce gidecekleri balbadem ülkesinde telafi edileceğini söyleyerek kandırır. Ayrıntılı şekilde balbadem ülkesini tarif eder ve hayvanların bir kısmını kendine inandırır. Bu alegoride de ilginç olan domuzların bu fikirlere inanmamalarına rağmen, muhtemelen halkı isyandan uzak tuttuğu için Moses’a iyi bakmaları, beslemeleridir.

  Koyunlar eğitimsiz halkı temsil eder. Bilinçli ya da bilinçsiz slogan atarak ciddi konuların konuşulmasını, hayvanların Napoleon’dan hesap sormalarını engellerler. Kuru gürültü yaratırlar.

  Öykünün sonunda hayvan çiftliği napoleon’un korku ve sindirme ile yönettiği bir diktatörlük haline gelmiştir, 7 emir tek tek değişmiş, en sonunda tamamen silinerek ‘’ bütün hayvanlar eşittir ama bazi hayvanlar öbürlerinden daha eşittir’’ yazılmıştır. Son sayfalarda eleştirmenlerin ve okuyucuların büyülendiği bir yemek sahnesi vardır. İnsanlar ve domuzlar kağıt oynamakta ve sohbet etmektedirler. Çiftlik evinin camlarından bakan hayvanlar domuzların yüzlerinde bir tuhaflık sezerler. Ve artık orada bulunanların hangisi domuz, hangisi insan ayırt edemezler. Buradaki hakaret domuzlara mı insanlara mı yöneliktir bilinmez...


Altı Çizilesi

  • Artık daha sıkı çalışacağım, Napoleon her zaman haklıdır.
  • Dört ayak iyi, iki ayak kötü.
  • Belki beş saat sonra, belki yüz, bilemem, ama bir gün tüm hayvanlar daha iyi şartlara sahip olacaktır.
  • Tüm hayvanlar eşittir, ama bazı hayvanlar daha eşittir.
  • Biz kendi düşüklerimizle uğraşmak zorundayız, siz kendi düşüklerinizle..

                                                                KÜNYE


Kitap İsmi: Hayvan Çiftliği ''Bir Peri Masalı''
Yazar: George Orwell
Yayın Yılı: 1999
Yayınevi: Can Yayınları                                     8/10
Sayfa Sayısı: 160
Baskı: X.Baskı

12 Ekim 2012 Cuma

Nutuk'u anlayabildik mi? / ''Nutuk'' - II


  Nutuk, bir çok kaynakta ''1919-1927 yılları arasında Cumhuriyetin kuruluş aşamasını anlatan birinci elden en değerli eser'' olarak geçer. Doğrudur... Doğrudur doğru olmasına, ama ''Nutuk''un ana amacı bu mudur? Orası tartışmalı...

  Mustafa Kemal'in, Kurtuluş Savaşı'ndaki silah arkadaşlarıyla sonradan küs durumuna düştüğü bilinen bir gerçektir. Fevzi, İsmet ve Fethi Paşalar dışında, neredeyse bütün dostları ona sırtlarını çevirmiş ve onu yarı yolda bırakmışlardır. Ali Fuat, Rauf ve Kazım Karabekir gibi paşalar da sonradan kendi partilerini kurarak Mustafa Kemal'e muhalefet durumuna düşmüşlerdir. Paşaların muhalefette giderek güçlenmeleri ve gerici hareketler içerisine girerek, CHP'nin iktidarını tehdit eder duruma gelmeleri üzerine, söz konusu parti - Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası- Mustafa Kemal'in emriyle kapatıldı.

  İşte Nutuk, burada önem kazanıyor. Nutuk'a ''Siyasi ve Askeri tarihimizin evrak-ı metrukesi'' şeklinde bakmak elbette mümkündür, ancak işbu eserin amacının bu kadar basit ve masumane olduğunu düşünmekte yanlış olur diye düşünüyorum.

  Nutuk, bir günah çıkarmadır. Atatürk'ün, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı kapatmasını gerektiren sebepleri uzun uzun açıklama yoluna gidip, yaptıklarını haklı kılma çabasıdır.

  Mustafa Kemal, bu büyük eserinin daha ilk sayfasından, padişah ve çevresine karşı büyük bir karalama ve kötülemeye girişiyor. Burada padişahın bunları hak edip hak etmediğine değinmeyeceğim, zaten o konular hakkında elimde tarihi belgeler ya da yazışmalar yok. Ancak ben, Mustafa Kemal'in anlattığı kadar kötü bir durumun olduğunu da düşünmüyorum... Ardından, genelgeler ve kongreler döneminde, -Milli Mücadele'ye hazırlanış dönemi- isyanları bastırmakta yararlanılan küçük birliklerin genel komutanı olan Refet Paşa'yı enine boyuna eleştiriyor Atatürk. Kitap bittiğinde, aklımda kalan en baskın şeyin Refet Paşa olduğunu söyleyebilirim rahatlıkla. Kazım Karabekir Paşa da, -ki kendisi Mustafa Kemal'e en büyük desteği vermiş ve en zor zamanında yetişmiş olan kişidir- sırf kendi fikir ve düşüncelerinden Atatürk'e de bahsettiği için (bunların doğruluğu ya da yanlışlığının pek önemli olduğunu zannetmiyorum ki ben de Atatürk gibi bu fikirlerin yanlış ve eski kafa şeyler olduğunu düşünüyorum, ancak bunlar bir kişiyi yerden yere vurmayı haklı göstermez.)  onun ağır kaleminden tepki görmekten kaçamaz. Rauf Orbay'ı da çok ağır bir şekilde eleştiriyor Atatürk, ki kendisine katıldığım noktalardan birisidir. Rauf Orbay'ın ikili oynaması ve bir İstanbul Hükümetine, bir Ankara Hükümetine yakın gözükmesinin, Mondros gibi bir antlaşmayı imzalamış olan bir kişiyken bile Lozan'a laf edebilmesi (ki ben de Lozan'ın yapılabilecek en iyi anlaşma olduğunu düşünmüyorum, ancak Mondros'un kat be kat be kat be kat üzerinde bir anlaşma olduğu da su götürmez.) gibi sebeplerle, kendisine hep soğuk bakmışımdır. Bu konuda Atatürk'ü eleştiremeyeceğim. Ancak Atatürk'ün eleştirmesinden en çok rahatsız olduğum kişi, Ali Fuat Cebesoy oldu. Evet, askeri anlamda başarısız birisiydi, evet zaman zaman problemler çıkarıyordu. Ancak kesinlikle Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne inanıyor ve onun üstünlüğünü kabul ediyordu. Sırf muhalefete geçti diye, bu denli eleştirilmesine üzüldüğümü belirtmeliyim.

  Eğer Mustafa Kemal bu eseri, devrim tarihimizin bir evrakı olarak yazmış olsaydı, 1924 ile 1927 seneleri arasını kesinlikle boş geçmezdi. Çünkü bu dönem, devrimsel hareketlerin en yoğun yaşandığı dönemlerden birisiydi. Ancak bu dönemde yaşananları, nedendir bilinmez, aktarmak istememiş Atatürk. Yukarılarda bahsettiğimiz parti kapatma olaylarının, bu dönemde yaşadığını söylemek, bazı konularda aydınlatıcı olabilir belki. Ayrıca savaş dönemindeki siyasi olayları, çok uzun tutup ayrıntılı tahlile girerken, büyük öneme sahip, I. ve II. İnönü, Kütahya-Eskişehir, Sakarya Meydan Savaşı gibi muharebelerden, sadece birer paragraflarla söz edip geçmesi de önemli bir ayrıntı bence. Hele hele Türk Tarihi'nin en önemli marşı olan ''İstiklal Marşı''nın yazımından hiç söz etmemiş olması, beni üzen ve kitabın bitmesinin ardından oturup düşündükten sonra, taşları yerli yerine koyan bir parça oldu.



  Nutuk'un edebi değerinden bahsetmek, hariçten gazel okumak gibi olacaktır kanımca. Çünkü zaten edebi bir değeri olduğunu iddia eden ve buna önem veren bir yapıt değil karşımızdaki. Üstelik eserin Arap harfleriyle yazılıp, ondan sonra Türkçe'ye çevrilmesi ve zamanla kısaltma ve sansürlerle iyice içeriğini kaybetmeye yüz tutmuş bir eser bu. Kitabın edebi dilinden bahsetmeyi, pek gerekli görmüyorum o yüzden...

  Sonuç olarak Nutuk'a, tarihimizin ilk yanlı eseri olarak bakmak yanlış olmaz. Kaliteli ve pek değerli bir eser, bunun tartışmaya açık hiçbir tarafı yok. Ancak yanlı taraflarının da bir yerden sonra irite edici olduğunu ve tatminsizlik duygusu yarattığını belirtmeliyim. Silah arkadaşları Atatürk'e ihanet etmiş ve ona sırt çevirmiş bile olsa, Mustafa Kemal'den bekleyeceğim hareket, onlara yine de saygı ve sevgiyle yaklaşmaya çalışması olurdu, cevabını onlar gibi kavgacı bir tutumla vermek değil...

                                                              KÜNYE


Kitap İsmi: Nutuk(Söylev)
Yazar: Mustafa Kemal Atatürk
Yayın Yılı: 2006
Yayınevi: İnkilap Yayınları                           8/10
Sayfa Sayısı: 702
Baskı: 2.Baskı

4 Ekim 2012 Perşembe

Siyasi tarihimizin Evrak-ı Metrukesi / ''Nutuk'' - I


     Almanlar, Adolf Hitler'i asla sahiplenmez ve adeta ''istenmeyen adam'' muamelesi gösterirler. Onun ülkelerinin imajını ne hallere düşürdüğünü bilirler çünkü. Buna rağmen, Hitler'in büyük eseri ''Mein Kampf''ı okumayan bir alman düşünülemez. Çünkü sorumluluklarının bilincindedir onlar, Alman olmanın ne demek olduğunu bilirler. Adolf Hitler'i sevip sevmemek önemli değildir ve olmamalıdır da, çünkü onların gelmiş geçmiş en büyük liderleri Adolf Hitler'dir ve bu böyle kalacaktır. Bu liderin düşüncelerini, savaşımını, karşılaştığı zorlukları öğrenmeyi, bütün Alman ulusu milli bir görev sayar.

  Peki ya biz? Büyük önderimiz Mustafa Kemal'in resimlerini, bütün devlet dairelerine asar, ona bir peygambermişçesine saygı gösteririz. Her iki türk gencinden birisi kendisini Atatürkçü olarak tanımlar. 10 Kasımlarda, ülkeyi büyük bir hüzün kaplar... Böylesine saygı duyduğumuz -ve duymamız da gereken- bir liderdir Mustafa Kemal. Peki ya onun istediği gençlik olmayı başarabiliyor muyuz? Bence hayır. Atatürk'ün Türk Gençliğine bir miras olarak bıraktığı ''Nutuk'' eserini, ülkemizde ''Twilight'' saçmalığını okuyan gençlerin sayısının yarısı kadarı bile okumamıştır emin olun. Kaldı ki bahsettiğim tam metinler bile değil...

  Peki, tüm bu dert yanma ve yakınmaları bir kenara bırakıp bu büyük ''Türk Destanı'' ile ilgili yorum üretmeye çalışırsak, neler koyabiliriz ortaya? Atatürk neden yazmıştır bu eseri? Amacı neydi? Amacını özümseye bildik mi?

  Mustafa Kemal'in İkinci CHP Genel Kurultayı'nda okuduğu ve tam 36,5 saat süren, 6 günde ancak tamamlanan bu büyük eseri, yolumuzu aydınlatan bir meşale adeta. Ulu önderimizin, o zorlu günlerde nelerle uğraştığı ve hangi zorluklara göğüs gerdiğini gösteren büyük bir başarı ve kahramanlık öyküsü... Havza ve Amasya Genelgeleri, Erzurum ve Sivas kongreleri, Amasya Görüşmeleri ve Misak-ı Milli, ardından TBMM'nin açılması, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılması ve Cumhuriyetin İlanı ile biten büyük bir süreçte, yaşadıklarını anlatıyor Atatürk.
 


  ''19 Mayıs 1919 yılında Samsun'a ayak bastım.'' diyerek başlıyor eserine. Ve daha ilk sayfadan, padişah Vahdettin'e karşı büyük bir nefretle söylemlerini üretmeye başlıyor... Ardından ülkenin içinde bulunduğu genel durum ve vaziyet hakkında bilgilendirmelerde bulunuyor.. Bu eserde ufkumu genişleten en önemli şeylerden birisi, Atatürk'ün uğraştığı imkansızlıklar konusunda oldu. Atatürk, maddi imkansızlıklarla uraştı tabii ki, ancak  tarih kitaplarında bize aksettirilen derecede bir zorlukla karşılaşmadığı gerçeği de şüphesiz. Atatürk asıl, kafalarla uğraşmış bu savaşta, onu öğrendim. Gerici ve padişah yanlısı zihniyetin yarattığı zor durumları aşmaya çalışmış, başarısı da bu olmuş zaten.

  Çok büyük bir fikir adamı Atatürk. Bazen şefkatli bir baba gibi, bazense haşin bir komutan. Politika konusunda çok becerili. Eserde öğrendiğimize göre, birçok meclis tartışmalarında, tek başına konuşmalarıyla meclisin genel konjüktürünü değiştirmeyi başaracak denli güçlü bir siyasetçi. Daha Samsun'a adımını atmadan önce vardı aklında Cumhuriyet'in İlanı. Ancak bunun öyle hemencecik yapılamayacağını, hele hele o anki şartlar altında namümkün bir durum olduğunu çok iyi biliyordu. Attığı tüm adımları da buna göre attı zaten.

  Savaş sırasında, bir postane şefinin hızlı ve akıllı olmasının bile ne kadar önemli olduğunu öğretti bana Atatürk. Başarının gelmesi için, herkesin büyük bir özveri ile, varını yoğunu ortaya koyarak çalışması gerektiği gerçeğini gösterdi.
 
  Askeri dehanın ne demek olduğunu da gösterdi bana. ''Hattı müdafaa yoktur, Sattı Müdafaa vardır. O Satıh, bütün vatandır.'' diyebilecek denli bir dava adamı olduğunu öğretti bana. Yurdun menfaatlerinin her şeyden üstün olduğunun farkına varmamı sağladı.

  Peki tamamiyle toz pembe miydi bu kitap? Her şeyiyle müthiş, her şeyiyle mükemmel miydi? Hayır tabii ki... Bunun da bir çok eksik yanı, başarısız ya da yanlı yönleri vardı. Onlara da öbür yazımda değineceğim...