Ortaöğretim'e geçen her lise talebesinin edebiyat müfredatında karşılaştığı ve hakikatinde hiçbir şey bilmediği onlarca değerli yazarımızdan birisidir Sait Faik; ancak öykücülüğümüze verdiği nefesle birçoğundan daha önemli bir mevkiidedir. Küçük insanı, balık mavnalarını, kayıkçı ihtiyarları, kasabı, manavı, bakkalı ve onların küçük dertlerini anlatır hiç kimsenin başaramayacağı bir yalınlık ve üstünlükle. Üstelik bunu yapabilmek için onlardan birisi olması gerekmez, çünkü hüsnüniyet ve güzel adam olma hali, çalakalem yazdığı birçok öyküsüne dahi hayat öpücüğü katmıştır. Edebiyatımızın hırçın çocuğudur. Delifişektir, atılgandır, heyecanlıdır. Ama bütün bunların ötesinde büyük bir olgunluğu ve sıkılganlığı da vardır. Günlerden birinde, onuruna düzenlenen bir gecede, ona verilecek ödülün duyurulması sırasında, salon alkış ve tebrik sesleriyle inlerken o, utancından koltuğunda kaykılmış, neredeyse yerle bitişik bir konuma gelmiştir.Sonunda alkışlar dinip seyirciler yerlerine oturduğu vakit o, büyük bir alçakgönüllülükle sahneye çıkmış ve sadece teşekkür etmekle yetinmiştir. Bu onun egosunun ya da kendisini büyük görmesinin değil, utancının ve sıkılganlığının ispatıdır. En yakın dostu Orhan Veli'dir. Yaşar Kemal'le, Oktay Rifat'le, Rıfat Ilgaz'la arkadaşlık eder. Hali vakti yerindedir, ancak o kadar har vurup harman savurur ki, hastalanıp yatağa düştüğünde, tedavi masraflarını ödeyecek gücü kalmaz. Buna rağmen isyanı parasızlığına değil, yaşamaktan büyük keyif aldığı bu hayatın, tenden bu kadar erken yaşta çıkacak olmasınadır.
O her zaman güzel yaşadı. Parası varsa dostlarını en güzel otellerde ağırlardı, parası yoksa da evsizlerle birlikte Karaköy'deki banklara sığınırdı. Vapur seyahatlerinde genç kızlarla flört ederdi. Kahvaltının tadını simit ve çayda buldu, bir de yanına peynir olsa, tadından yenmezdi. Annesini çok severdi, onun gözüne girmek ve kendisini ona beğendirebilmek için yapmayacağı hiçbir şey yoktu. Yazarlıktan kazandığı ilk parasıyla annesine hediye aldı. Hayata karşı hep gülümsedi, hayat ona pek gülmese bile. Olsundu, hayat uzundu, yaşamak gerekti. Bir gün acı haberi aldı. Siroz olmuştu, sıkı bir perhiz yapmalı ve hastaneye yatmalıydı. Önce doktorunu dinledi, tuzsuz peynire, şekersiz çaya eyvallah dedi. Ama bu sıkı hastane yaşamına, üç ay dayanabildi. ''Doktor'' dedi, ''kurtulacak mıyım?'' Doktor gerçekçiydi, her şey iyi gitse bile, umut çok azdı. ''O zaman gidiyorum.'' dedi Sait Faik. Mademki ölecekti, o zaman son zamanlarını da güzel geçirmeliydi, ucunda acı içinde kıvranmak olsa da. Nitekim öyle yaptı, uzun süre dayanmaya çalıştı, içkiyi rakıyı bırakmadı, bilakis daha da çok içti. Ama ölüm onu pençesine almıştı bile.Ölüm bir 1954 günü, o yılın en acı, en soğuk günlerinde, onu en sevmediği yerde, bir hastane koğuşunda, yapayalnız ve acılar içinde kıvranırken, onu hayat ağacından koparıp aldı.
Sait Faik, bir ada insanıydı, Burgaz'lıydı. Adaya aşıktı, yaşamın lezzetini orada buluyordu. Sakarya'da doğup büyümüş, lise tedrisatı için İstanbul Erkek Lisesi'ne yazılmıştı. Burada, öğretmeninin koltuğuna toplu iğne koyup onun kıçına tarif edilemez acılar yaşattığı için aldığı disiplin cezası nedeniyle fazla tutunamadı ve ortaöğrenimini Bursa'da tamamlamak zorunda kaldı. Bir süre Darülfünun'da Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Sırf babacığının gönlünü yapmak için, iktisat öğrenimi görmeye İsviçre'ye gitti. Halbuki onun asıl amacı güzel kızlarla bir arada olmaktı sadece. Lozan'da da pek tutunamayan Sait Faik, oradan Fransa'ya geçti ve bir süre orada ikamet etti. Dört yıl boyunca orada kaldıktan sonra İstanbul'a döndü ve kısa bir süre bir yetim mektebinde türkçe öğretmenliği yaptı. Bu sırada, ilk öykülerini yazmaya başlamıştı. Babasının kapalı çarşı'da açtığı tahıl dükkanını yönetmesi için yaptığı müthiş ısrarlara dayanamayarak oranın başına geçti, ancak kaderin bir cilvesiyle orada da muvaffak olamadı.
Sait Faik, tanrının ona verdiği mesajı almıştı, önünde tek bir yol vardı. O yola girmek ve devam etmek istiyordu, ancak babasından çekiniyordu. Babasını 1939'da kaybetti, nur içinde yatsın. Bu acı kaybın ardından, kararını verdi, artık tamamiyle öykü yazmaya odaklanacaktı.
Neden öykü yazdığını soran bir dostuna, ''Yazmasaydım çıldıracaktım!'' cevabını vermişti Sait Faik. Gerçekten de öyleydi, birbiri ardında hikaye kitaplarını yayınlamaya başladı. Babasının ölümünden kısa bir süre sonra, annesiyle birlikte Burgazada'ya taşınmışlardı. Buradaki insanlar, onun öykülerinin başkarakterleri oldular. Bunun izlerini en net şekilde, ''Stelyanos Hristopulos Gemisi''nde görmek mümkündür. İkinci Dünya Savaşı sırasında, kısa bir süre muhabirlik de yaptı, ancak bu macerada da muvaffakiyet sağlayamadı.
Sait Faik'in öykücülüğünü iki döneme ayırmak, sanıyorum ki yanlış olmaz. Birinci dönemi, 1936-1948 yılları arasındadır. Bu yıllarda yayınladığı eserleri Semaver(1936), Sarnıç(1939) ve Şahmerdan(1940) kesit öykücülüğünden çok uzakta olmamakla birlikte, olay hikayesine daha yakın tarzda kaleme aldığı yapıtlardı. Bu üç kitabın temel özelliği, yaşamın güzelliğini, işçilerin alın terini, küçük insanın küçük sorunlarını, lezzetli, keyifli ve de en önemlisi, umut dolu bir bakışla yansıtıyor olmasıydı. Sait Faik'in edebiyatındaki kırılmanın ilk işaretleri, 1944'te yayınladığı ''Medar-ı Maişet Motoru'' adlı ilk romanıyla gelmiştir. Bu romanında işlediği temalar ana hatlarıyla aynı olsa da, bu kez umut dolu dil, yerini hafif bir kaygıya bırakmıştır. Ancak edebiyatındaki esas kırılma, 1948 yılında yayınladığı Lüzumsuz Adam isimli öykü kitabıyla gerçekleşti. Bu kitap, öykülerinde bir içe dönüşün habercisiydi. Artık olay hikayeciliği geride kalmıştı, yeni öykülerinde durum hikayeciliği ön plana çıkıyordu. Ancak bunun ötesinde, karakterleri artık daha umutsuz, daha ayyaş ve daha sefildi.Kendi yaşamının gidişatına paralel olarak, hayatın aslında hiç de iyiye giden bir şey olmadığını, bilakis giderek kötüleştiğini anlayan Sait Faik, artık daha kötümser karakterler yaratmaya başlamıştı. Bu kitabın ardından sırasıyla çıkan Mahalle Kahvesi, Havada Bulut, Kumpanya, Havuz Başı ve Son Kuşlar, bu kırılmayı iyice derinleştirdi ve tam anlamıyla Sait Faik'in edebi diline yerleşti. Karakterler giderek daha kötümser ve hayata karşı daha ketumdu. Hayat hala güzeldi ve yaşanılmayı bekleyen onlarca güzellik vardı, ancak anlaşılan artık Sait Faik'in bunları gerçekleştirmeye mecali kalmamıştı. Edebiyatındaki son kırılma, hastalığının da etkisiyle iyice kötümser bir havaya büründüğü sıralarda kaleme aldığı Alemdağ'da Var bir Yılan isimli kitabıdır ve bu da onun öykücülükteki başyapıtıdır. Artık kesit öykücülüğünün yanında, sürrealist bir dile bürünmüştü ve kalemi artık bilinçaltında gezmekteydi.(Bu yönüyle ''Alemdağ'da Var Bir Yılan'', Yusuf Atılgan'ı etkileyen kitapların başında gelmektedir.) ''Hişt, Hişt'' adlı öyküsü, onun yazdığı en müthiş öykü olmakla kalmıyor, aynı zamanda Sait Faik'in -hastalığının da etkisiyle- yaşadığı yıkımı da en derinden gösteriyordu. Sait Faik, bu kitabı yayınlandıktan sonra uzun süre yaşamadı ve 11 Mayıs günü, edebi olarak zirvedeyken yaşama veda etti. Geride ise, hayata gülen gözlerle bakan çok iyi öyküler bıraktı.
''Bir bahar günü Sait Faik ve Orhan Veli ile birlikte yaptığımız bir boğaz gezisini anımsıyorum. Üsküdar'dan Beykoz'a kadar her iskelede Sait beni sınava çekmişti: 'Şu iskeleyi anlatmak gerekse neresinden başlarsın?' Anadoluhisarı İskelesi'nin yanında küçük bir kahve vardır. 'Haydi' dedi, 'mademki hikayecisin, şu kahvede ilk gözüne çarpan nedir, söyle bakalım.' Baktım üç dört kişi oturmuş, kağıt oynuyor, kahve içiyor, duvarda birtakım basma resimler... İran şahının, Atatürk'le resmi falan... 'Bu resimleri belirtirim.' dedim. Kızdı birden, 'Ulan!' dedi, 'o kenarda tek başına oturan ihtiyar sakallı var ya? İşte asıl hikaye o be?''
Oktay Akbal
Şair Dostlarım
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Sait Faik Abasıyanık Serisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder