12 Aralık 2014 Cuma

Modern Çağın Hümanisti: J. M. Coetzee ve 'Öteki' Algısı



  ''Birileri acı çekerken,' dedim kendi kendime, 'buna tanık olanların sorumluluğu o acının utancını taşımaktır.''

   ''Gördüğümüz ancak bir şey yapamadığımız acıların utancını yaşayanları'' yazar Coetzee. Batının çökmüş ahlak ve ideolojisini eleştirir sıkça. XVII. yy'dan itibaren gelişen sömürgeciliği ve demokrasi adı altında yapılan vahşetleri ustalıkla hicveder. Ancak anlayışlı bir yazardır, hümanist diye adlandırmamız ondan: eserini kaleme alırken, zorbaya da, barbara da aynı anlayışla yaklaşır. Onu sofistike kılan da budur zaten.

  Man Booker ödülüne iki defa layık görülmüş, Nobel Ödül'lü ve Güney Afrikalı yazar Coetzee'nin ''Barbarları Beklerken'' adlı romanı geçti elime. 1980 yılında basılmış, hayali bir ülkenin sınır kasabasında geçen ve devlet ile barbarların mücadelesini işleyen bir roman bu. Anlatılan hayali ülkenin, yazarın yaşadığı Güney Afrika toprakları olduğunu anlamak için ille de önüne gelene nobel dağıtan İsveç Jürisinden olmaya gerek yok. Malumun ilanı: 80'li yıllarda Güney Afrika'da zirve noktada olan ırkçılığı ve 'apartheid' rejimini işler yazar romanında. Bahsi geçen barbarların, Güney Afrikalı zenciler olduğu çok açık, ancak kitabın evrensel boyutunu da atlamamak gerek. Pekala barbarlar Avrupa'daki göçmenlerin, Almanya'daki Türklerin, Amerika'daki siyahilerin ya da ülkemizdeki kürtlerin yerine de konulabilir çünkü.

  ''Barbarları Beklerken'' ismiyle müsemma bir kitap. Romanın başından sonuna dek bir tehdit unsuru olarak iktidar tarafından dillendirilen barbar kavimler, hiçbir yerde apaçık bir şekilde karşımıza çıkmaz. Aslında kimseye bir zararları olduğu da söylenemez, kendi hallerinde yaşayıp giden, bir garip kavimdir sadece. Barbar kavramı, imparatorluk otoritesinin yani 'zorba'nın ürettiği içi boş bir kavramdır.  İktidar onlara böyle dediği için onlara barbar deriz. İşin ilginç yanı, bunu hiçbir şekilde sorgulamadan kabulleniriz de. İstediği şeyi, göstermek istediği şekliyle topluma kabullendirebilme gücü, emperyalizme büyük bir meşruiyet alanı sağlar: yaptıkları bütün eziyet ve zulümleri ''barbar tehdidi'' sebebiyle haklı gösterebilirler çünkü. Bu da onlara halkı daha fazla sömürme ve köleleştirme olanağı verir. İşleri bittiğinde de, geride kalanları umursamadan çekip giderler öylece. Geride onlara hesap sorabilecek kimse kalmamıştır çünkü, tıpkı kahramanımızın başına geldiği gibi, hepsi ''susturulmuşlardır.''

  Sömürge devletler ve onların yönetimindeki insanlar için çağlar boyunca sadece kan, vahşet ve gözyaşı olmuştur ve bu düzen bu şekilde sürmeye de devam edecektir. Bu açıdan bakıldığında Coetzee'nin bir distopyadan ya da hayali bir takım şeylerden bahsettiğini söylemek son derece yanlıştır. O, saf bir şekilde realiteyi ortaya koymuştur. Beklenen barbarlar hiçbir zaman gelmeyecektir ancak birileri barbar olarak nitelendirilmeye ve başka birileri de bu sebeple acı çekmeye devam edecektir.


10 Aralık 2014 Çarşamba

Benlik Duygusu Gelişmemiş Türk Toplumu ve Orhan Pamuk Romanı


Bireyciliğin (individualism) tarihsel kökeni, XVII yy. Kıta Avrupasına, Fransa'ya kadar gider. İlk olarak Montaigne'in denemelerinde ortaya çıkmış, ardından büyük bir hızla bütün bir avrupa edebiyatını ve felsefesini etkilemiş, siyaseti, hatta ekonomiyi dönüştüren ve yönlendiren bir konuma gelmiştir. Toplumu bireylerin oluşturduğu gerçeğinin artık göz ardı edilemeyeceğini ve bireylere daha fazla özgürlük verilmesi gerektiğini savunan bireycilik, avrupa ve yeni dünya'da fırtınalar estirirken, benliği geri plana iten, dinin ve mistisizmin ön planda olduğu doğu topluluklarında -ve pek tabii Osmanlı Devleti'nde- edebiyat ya da felsefe sahasında herhangi bir karşılık bulamamıştır.

  Bireycilik, Osmanlı'ya ilk olarak, değerli pek çok farklı fikir akımıyla birlikte Tanzimat döneminde girdi. Ancak edebiyat sahasında kendisini gösterebilmesi için, yaklaşık yarım asrın geçmesini beklemesi gerekti. İlk olarak Servet-i Fünun döneminde bireyci yaklaşımla eser kaleme alan yazarlar ortaya çıktı. Bu dönemde yazan Halit Ziya, Mehmet Rauf, Celal Sahir gibi bireyci romancılar, çok kıymetli yapıtlar meydana getirmiş olmalarına rağmen, halk tarafından sürekli 'elitist olmakla' itham edildi. Bu, batı'yla ilk kez tam anlamıyla karşı karşıya kalan bir doğu toplumunda anlayışla karşılanabilecek bir durumdur. Çünkü çok yakın bir zamana dek resimler çizmenin, musiki terennüm etmenin günah sayıldığı, romanın ikinci sınıf görülerek şiir karşısında aşağılandığı bir yapının yaşadığı kültür şokunu atlatabilmesi ve zihinlerini yeni fikirlere açabilmesi, tarih boyunca bütün topluluklarda uzun bir sürecin sonucunda gerçekleşebilmiştir. (Avrupa'nın rönesansı yapabilmek için sekiz yüz sene beklediğini unutmamak gerek.)

  Cumhuriyetin ilanıyla birlikte topyekün girişilen batılılaşma hareketleri, her ne kadar halka bütünüyle sirayet edememiş olsa da, önemli bir toplumsal dönüşüm yaratabilmeyi başardı. Ancak büyük bir imparatorluk dönemi boyunca kendi kaderine terk edilmiş Anadolu, Cumhuriyet Döneminde de kendi başına bırakılınca, ortaya köylünün dert ve tasasını önemsemeyen devlet yapısına bir tepki olarak köy romancılığı çıktı. Başını Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Orhan Kemal gibi aklen ve vicdanen 'Kemal' isimlerin çektiği bu edebi süreç, uzun bir süre edebiyatımıza damgasını vurdu ve Cumhuriyet Sonrası Türk romancılığını şekillendiren ana unsur oldu. Bundan böyle Türk romancılığı iki ana koldan ilerledi: ya toplum mühendisliğine girişen, köylüyü aşağılayan, küçük gören ideolojik yazarlar çerçevesinde, ya da köylüyü yücelten, olmadık değerler yükleyen, sıkıntı ve problemlerini işleyen köy romancıları üzerinde yükseldi. Bu süreçte şehir insanı ve onun küçük dertleri unutuldu, önemsiz görüldü.

  Uzun süredir uyumakta olan bireyciliği, romanımıza yeniden üfleyen ve dirilten ilk olarak Oğuz Atay olmuştur. Özellikle ''Tutunamayanlar'' adlı muhteşem yapıtıyla, sadece edebiyatımıza çok büyük bir roman armağan etmekle kalmıyor, aynı zamanda Halit Ziya'dan beri bakir kalmış bireyciliği, yeniden edebiyatımıza kazandırıyordu.

  Oğuz Atay'ı Yusuf Atılgan'ın bir başka muzzam romanı ''Anayurt Oteli'' izledi. Romanın ölümsüz kahramanı Zebercet, sıkıştığı Anayurt Oteli'nde kendi varlığını sorgularken, yazarımız da bireyciliğin derinlerine nüfuz ediyordu.

  Bu iki ''baba'' isim, edebiyatımıza bugüne kadarki en büyük ödülünü kazandırmış olan o kişinin hazırlayıcısıydılar: 1978'de, henüz 22 yaşındayken kaleme aldığı ''Cevdet Bey ve Oğulları''ndan itibaren yazdığı her eserle bir öncekini aşmayı başarmış olan Orhan Pamuk'un!

  Pamuk, postmodern teknikle yazdığı romanlarıyla, edebiyatımıza benlik duygusu en yüksek yapıtları kazandırdı. Henüz ilk kitabı ''Cevdet Bey ve Oğulları'', aynı anda iki önemli ödülün sahibi oldu: Milliyet ve Fethi Naci Roman Ödülleri. Bu romanda, II. Meşrutiyet Döneminde yaşayan tek türk tüccar olan Cevdet Bey'in ve onun çocuklarıyla torunlarının üzerinden, Osmanlı'nın son dönemiyle, Cumhuriyetin ilk iki kuşağına son derece eleştirel bir bakış atarken, aynı zamanda varlık sebebinin arayışı içerisinde olan yeni Türk Burjuvasının günlük sıkıntılarını da incelikle kaleme aldı. Bu daha önce görülmemiş bir şeydi: İlk kez bir yazar ortaya çıkıyor ve pazar gezmelerinden, radyo başında müzik dinlemelerinden, reçelli ekmeğin lezzetinden ve bunun gibi hayatımıza dokunan küçük detaylardan bahsediyordu. Bu romanını, daha karanlık bir yapıya sahip ''Sessiz Ev'' takip etti. Karakterler benzerdi, ancak dil ve üslup çok daha karamsardı. Bu romanında babaanesine ziyarete giden ve aynı zamanda bir süreliğine tatil yapan üç kardeşin öyküsünü, arka planda '80 darbesinin karamsar atmosferiyle birlikte işliyordu. Birinci kişili anlatım tekniğini kullanan yazarın, romandaki 5 farklı karakterin gözünden olayları kaleme alıp, sadece kız kardeşi es geçmesi enteresandı. Ayrıca bu kız kardeşin komünist olduğu da belirtilmeli. '70'lerdeki sağ-sol çatışmasında, kimsenin komünistlerin fikirleriyle ilgilenmemesi ve komünistlerin kendisini ifade alanı bulamamasına yapılmış, ince bir göndermeydi bu. Sessiz Ev'i takip eden ''Beyaz Kale'', yazarın postmodernizme geçiş romanıdır. Batılı ve eğitimli bir köle ile kölenin sahibi bir Osmanlı Efendisinin ilişkisi ile, doğu-batı çatışmasını ve kimlikleri inceleyen, son derece bireysel bir romandı bu. Evine kapanıp günlerce uzayla, astronomiyle, edebiyat ve felsefeyle uğraşan, kölesine kardeşiymiş gibi davranan bir Osmanlı insanı, ecdadını hep at sırtında cihat ederken görmeye alıştırılmış bir toplumda tuhaf karşılandı.


  Yazarın bugüne kadar en çok tartışma yaratan kitabı ise şüphesiz ''Kara Kitap''tı. Burada kendisini terk etmiş eşini aramaya çıkan Galip'in maceralarını ve insanın şehirle temaslarını, mükemmel bir İstanbul tasviriyle birlikte takip ederiz. Galip'in arayışı, aslında kendi içine doğru yaptığı ve karanlık noktalarını keşfettiği bir yolculuktan başka bir şey değildir. Şehir ise bu romanda bir fon olmaktan çıkar, en kirli, pis ve karlı haliyle bir roman karakteri olarak baş köşeye oturur. Orhan Pamuk, ''Yeni Hayat'', ''Masumiyet Müzesi'', ''Kar'' gibi romanlarında da şehir insanını, aydın kesimi ve bugün ''Beyaz Türkler'' dediğimiz burjuvanın küçük dünyasını anlatmayı sürdürür.

  Bu süreçte Türkiye'de de önemli gelişmeler olmuştur. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte kalkışılan Batılılaşma hareketi, öze nüfuz etmeyi başaramaz. Ayrıca toplum mühendisliğinin sınırlarında gezen bir takım yenilikler ve inkılap hareketleri, farklılıkları yok sayan belli başlı söylem ve uygulamalar, gelecek nesillere belli başlı sıkıntıları miras bırakmıştır. Ardından gelen Menderes ve Demokrat Parti iktidarındaki on yıl, tek parti yıllarını mumla aratacak kadar baskıcı, iktidarın toplumun her alanına hakim olmaya çalıştığı, medyayı susturan ya da susmak zorunda bırakan, Marshall yardımlarını çarçur etmekle meşgul olunmuş bir dönemdir. 27 Mayıs günüyse, memleket ilk kez yatağından asker botlarının ve tankların sesiyle uyanır. '60'lar darbe söylentileri, ard arda yapılan darbe girişimleri, kötü giden ekonomi ve ''Morrison'' Süleyman Demirel'in sahneye çıkışıyla hatırlanan bir kayıp nesildir. '68 kuşağıyla kıpırdanan gençliğin başına da, 12 Mart yumruğu iner. 70'lerse bu ülke tarihinin gördüğü en acı günlerdir. Sağ ve Sol kavgaları arasında kan gölüne dönen sokaklar, Maraş katliamı, irticanın tırmanışı derken, siren bir kez daha acı acı çalar ve Ecevit'in deyimiyle ''biri çıkar, düdüğü öttürür ve oyun biter.'' 12 Eylül, Cumhuriyet tarihimizdeki en karanlık sayfadır. Diyarbakır Cezaevi'nde yapılan işkenceler, 82 anayasası, kendisini Atatürk sanan ''Kenan Paşa'' adında bir zat ve Turgut Özal, bu dönemden geriye kalanlardır. Özal dönemiyse, ülkenin dışa açıldığı ve liberalizm adı altında bir çok ahlaki değerin ayaklar altına alındığı yıllar olarak yerini 90'lara, Madımak'a ve Kürt'lere yapılan zulümlere bırakır. 90'larda, PKK ile mücadele adı altında, ülkenin Doğu Bölgesine tam anlamıyla işkence yapılmıştır. Boşaltılan köyler, köy korucuları, askeri yığınak derken, bölgeden ateş hiç eksik olmamıştır. Ayrıca siyasetin lakayit tavrı, aylarca kurulamayan koalisyon hükümetlerinin günler içinde bozulması, ekonomideki çöküş ile, 90'ları kimse iyi hatırlamaz. Bu kötü durum, insanları da son çözüm olarak kötünün kötüsüne, ''Milli Görüş gömleğini çıkarmış'' AKP hükümetine yönlendirir.

  İşte ülkenin bu karmaşık ikliminde, esasında kimsenin edebiyatla uğraşacak hali yoktur. Osmanlı ve öncesinde dinin tahakkümü altında yaşamış olan toplumumuz, Cumhuriyet Döneminde ise siyasi kamplaşmalar, askeri darbeler ve iktidarların hayat tarzına adeta ''tecavüz edercesine'' müdahaleleriyle karşı karşıya kalmış, ülkenin içinde bulunduğu bu durum bireyci fikrin filizlenmesi ve gelişmesine müsaade etmemiştir. Bu da edebiyat ve fikir sahamızı etkilemiş, romanımızda belli başlı dar kalıpların dışına çıkmamız istisnai durumlar haricinde pek mümkün olmamıştır. İşte bu sebeple Orhan Pamuk romanı, aydınlarımızın büyük çoğunluğu tarafından sevilmemiş ve karşılık görmemiştir. Toplum ise, ermeni tehciri tartışmaları altında meseleye siyasi yaklaşmış, hiç okumadığı bir yazarın eserlerini değersiz olmakla itham etmiştir.

  Bugün dünyada en çok saygı gören edebi eserler, bireyi esas alanlar olarak göze çarpmaktadır. Son dönemde daha sık çıkmaya başlayan popüler ve değersiz romanların edebiyatımıza büyük zarar verdiği ve edebi yazınımızın bir silkelenmeye ihtiyaç duyduğu açıktır. Kim bilir, belki de Orhan Pamuk'un yakın zamanda çıkacak yeni romanı bu silkelenmeyi gerçekleştirebilir.

22 Kasım 2014 Cumartesi

Modiano ve ''Önemsizleşen'' Nobel


  Bu yılın Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan 69 yaşındaki Fransız öykücü Patrick Modiano oldu. Kabul etmek gerek, bu ödül hepimiz için sürpriz oldu! Bizim ya da dünyanın geri kalan kısmının yakından tanıdığı bir yazar değildi, ancak ödüle şaşırmamızın sebebi yalnızca bilinmeyene karşı takındığımız önemsemez ve biraz da kibirli tavır değildi. Çünkü Modiano, ödül üzerine açılan bahislerde de üzerine en az şans tanınan kişiydi, ancak bir şekilde  aradan sıyrılıp ödüle uzanmayı başardı.

  Modiano ödülü kazandıktan sonra, hakkında konuşabilme cüretini kendimde bulabilmek için hemen sahaflara koştum ve ''tozlu raflar arasında'' bulabildiğim doksan üç baskılı iki Modiano kitabını da aldım. ''Bir Sirk Geçiyor'' ve ''Yıkıntı Çiçekleri'' ismindeki bu iki kitap, bu süreçte okuduğum Modiano kitapları oldu. Muhtevasındaki hikayeleri genel anlamıyla beğendiğimi itiraf etmek zorundayım. Çarpıcı, kısa ama etkili, ''burjuvazinin gizli çekiciliğini'' yerden yere vuran öyküleriyle Modiano, entellektüel kişiliğini takdir ettiğim ve saygı duyduğum bir yazar olmayı başardı.

  Ancak Nobel ödülünü kazanacak kadar büyük bir yazarla mı karşı karşıyayız? Üstelik bu ödül için yarıştığı adaylar arasında bu ödülü çoktan almış olması gereken ancak ''ne hikmetse'' bir türlü kendilerine sıra gelmeyen Murakami, Maalouf, Kundera gibi yazarlar da varken? Esas tartışılması gereken soru bu ve cevabı maalesef ki ''hayır.'' Peki ödül neden Modiano'ya gitti? Ayrıca geçen sene bu ödülü kazanan Kanadalı Alice Munro da bir hikayeciyken? Bunun iki cevabı var: Birincisi, Modiano'nun bir Fransız oluşunda saklı. Fransa Kültür Bakanlığı'nın yapmış olduğu lobi faaliyetlerinin bu ödüldeki etkisi yadsınamaz. İkinci cevabıysa, bırakalım bir Nobel Komite Üyesi versin: ''Çünkü öbür yazarlar fazla ünlü.'' Nobel'in içler acısı halini özetleyen bir cümle!

    Bundan yirmi yıl önceye kadar Boris Posternak'a, Hermann Hesse'ye, Andre Gide'e verilen bu ödülün, Alice Munro, Tomas Tranströmer ve Patrick Modiano gibilerine kalmasına elden ancak üzülmek gelir!

26 Ağustos 2014 Salı

O Yazmasaydı Biz Çıldıracaktık : Sait Faik Abasıyanık


  Ortaöğretim'e geçen her lise talebesinin edebiyat müfredatında karşılaştığı ve hakikatinde hiçbir şey bilmediği onlarca değerli yazarımızdan birisidir Sait Faik; ancak öykücülüğümüze verdiği nefesle birçoğundan daha önemli bir mevkiidedir. Küçük insanı, balık mavnalarını, kayıkçı ihtiyarları, kasabı, manavı, bakkalı ve onların küçük dertlerini anlatır hiç kimsenin başaramayacağı bir yalınlık ve üstünlükle. Üstelik bunu yapabilmek için onlardan birisi olması gerekmez, çünkü hüsnüniyet ve güzel adam olma hali, çalakalem yazdığı birçok öyküsüne dahi hayat öpücüğü katmıştır. Edebiyatımızın hırçın çocuğudur. Delifişektir, atılgandır, heyecanlıdır. Ama bütün bunların ötesinde büyük bir olgunluğu ve sıkılganlığı da vardır. Günlerden birinde, onuruna düzenlenen bir gecede, ona verilecek ödülün duyurulması sırasında, salon alkış ve tebrik sesleriyle inlerken o, utancından koltuğunda kaykılmış, neredeyse yerle bitişik bir konuma gelmiştir.Sonunda alkışlar dinip seyirciler yerlerine oturduğu vakit o, büyük bir alçakgönüllülükle sahneye çıkmış ve sadece teşekkür etmekle yetinmiştir. Bu onun egosunun ya da kendisini büyük görmesinin değil, utancının ve sıkılganlığının ispatıdır. En yakın dostu Orhan Veli'dir. Yaşar Kemal'le, Oktay Rifat'le, Rıfat Ilgaz'la arkadaşlık eder. Hali vakti yerindedir, ancak o kadar har vurup harman savurur ki, hastalanıp yatağa düştüğünde, tedavi masraflarını ödeyecek gücü kalmaz. Buna rağmen isyanı parasızlığına değil, yaşamaktan büyük keyif aldığı bu hayatın, tenden bu kadar erken yaşta çıkacak olmasınadır.

  O her zaman güzel yaşadı. Parası varsa dostlarını en güzel otellerde ağırlardı, parası yoksa  da evsizlerle birlikte Karaköy'deki banklara sığınırdı. Vapur seyahatlerinde genç kızlarla flört ederdi. Kahvaltının tadını simit ve çayda buldu, bir de yanına peynir olsa, tadından yenmezdi. Annesini çok severdi, onun gözüne girmek ve kendisini ona beğendirebilmek için yapmayacağı hiçbir şey yoktu. Yazarlıktan kazandığı ilk parasıyla annesine hediye aldı. Hayata karşı hep gülümsedi, hayat ona pek gülmese bile. Olsundu, hayat uzundu, yaşamak gerekti. Bir gün acı haberi aldı. Siroz olmuştu, sıkı bir perhiz yapmalı ve hastaneye yatmalıydı. Önce doktorunu dinledi, tuzsuz peynire, şekersiz çaya eyvallah dedi. Ama bu sıkı hastane yaşamına, üç ay dayanabildi. ''Doktor'' dedi, ''kurtulacak mıyım?'' Doktor gerçekçiydi, her şey iyi gitse bile, umut çok azdı. ''O zaman gidiyorum.'' dedi Sait Faik. Mademki ölecekti, o zaman son zamanlarını da güzel geçirmeliydi, ucunda acı içinde kıvranmak olsa da. Nitekim öyle yaptı, uzun süre dayanmaya çalıştı, içkiyi rakıyı bırakmadı, bilakis daha da çok içti.  Ama ölüm onu pençesine almıştı bile.Ölüm bir 1954 günü, o yılın en acı, en soğuk günlerinde, onu en sevmediği yerde, bir hastane koğuşunda, yapayalnız ve acılar içinde kıvranırken, onu hayat ağacından koparıp aldı.






  Sait Faik, bir ada insanıydı, Burgaz'lıydı. Adaya aşıktı, yaşamın lezzetini orada buluyordu. Sakarya'da doğup büyümüş, lise tedrisatı için İstanbul Erkek Lisesi'ne yazılmıştı. Burada, öğretmeninin koltuğuna toplu iğne koyup onun kıçına tarif edilemez acılar yaşattığı için aldığı disiplin cezası nedeniyle fazla tutunamadı ve ortaöğrenimini Bursa'da tamamlamak zorunda kaldı. Bir süre Darülfünun'da Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Sırf babacığının gönlünü yapmak için, iktisat öğrenimi görmeye İsviçre'ye gitti. Halbuki onun asıl amacı güzel kızlarla bir arada olmaktı sadece. Lozan'da da pek tutunamayan Sait Faik, oradan Fransa'ya geçti ve bir süre orada ikamet etti. Dört yıl boyunca orada kaldıktan sonra İstanbul'a döndü ve kısa bir süre bir yetim mektebinde türkçe öğretmenliği yaptı. Bu sırada, ilk öykülerini yazmaya başlamıştı. Babasının kapalı çarşı'da açtığı tahıl dükkanını yönetmesi için yaptığı müthiş ısrarlara dayanamayarak oranın başına geçti, ancak kaderin bir cilvesiyle orada da muvaffak olamadı. 
  
  Sait Faik, tanrının ona verdiği mesajı almıştı, önünde tek bir yol vardı. O yola girmek ve devam etmek istiyordu, ancak babasından çekiniyordu. Babasını 1939'da kaybetti, nur içinde yatsın. Bu acı kaybın ardından, kararını verdi, artık tamamiyle öykü yazmaya odaklanacaktı.
  
  Neden öykü yazdığını soran bir dostuna, ''Yazmasaydım çıldıracaktım!'' cevabını vermişti Sait Faik. Gerçekten de öyleydi, birbiri ardında hikaye kitaplarını yayınlamaya başladı. Babasının ölümünden kısa bir süre sonra, annesiyle birlikte Burgazada'ya taşınmışlardı. Buradaki insanlar, onun öykülerinin başkarakterleri oldular. Bunun izlerini en net şekilde, ''Stelyanos Hristopulos Gemisi''nde görmek mümkündür. İkinci Dünya Savaşı sırasında, kısa bir süre muhabirlik de yaptı, ancak bu macerada da muvaffakiyet sağlayamadı. 

  Sait Faik'in öykücülüğünü iki döneme ayırmak, sanıyorum ki yanlış olmaz. Birinci dönemi, 1936-1948 yılları arasındadır. Bu yıllarda yayınladığı eserleri Semaver(1936), Sarnıç(1939) ve Şahmerdan(1940) kesit öykücülüğünden çok uzakta olmamakla birlikte, olay hikayesine daha yakın tarzda kaleme aldığı yapıtlardı. Bu üç kitabın temel özelliği, yaşamın güzelliğini, işçilerin alın terini, küçük insanın küçük sorunlarını, lezzetli, keyifli ve de en önemlisi, umut dolu bir bakışla yansıtıyor olmasıydı. Sait Faik'in edebiyatındaki kırılmanın ilk işaretleri, 1944'te yayınladığı ''Medar-ı Maişet Motoru'' adlı ilk romanıyla gelmiştir. Bu romanında işlediği temalar ana hatlarıyla aynı olsa da, bu kez umut dolu dil, yerini hafif bir kaygıya bırakmıştır. Ancak edebiyatındaki esas kırılma, 1948 yılında yayınladığı Lüzumsuz Adam isimli öykü kitabıyla gerçekleşti. Bu kitap, öykülerinde bir içe dönüşün habercisiydi. Artık olay hikayeciliği geride kalmıştı, yeni öykülerinde durum hikayeciliği ön plana çıkıyordu. Ancak bunun ötesinde, karakterleri artık daha umutsuz, daha ayyaş ve daha sefildi.Kendi yaşamının gidişatına paralel olarak, hayatın aslında hiç de iyiye giden bir şey olmadığını, bilakis giderek kötüleştiğini anlayan Sait Faik, artık daha kötümser karakterler yaratmaya başlamıştı. Bu kitabın ardından sırasıyla çıkan Mahalle Kahvesi, Havada Bulut, Kumpanya, Havuz Başı ve Son Kuşlar, bu kırılmayı iyice derinleştirdi ve tam anlamıyla Sait Faik'in edebi diline yerleşti. Karakterler giderek daha kötümser ve hayata karşı daha ketumdu. Hayat hala güzeldi ve yaşanılmayı bekleyen onlarca güzellik vardı, ancak anlaşılan artık Sait Faik'in bunları gerçekleştirmeye mecali kalmamıştı. Edebiyatındaki son kırılma, hastalığının da etkisiyle iyice kötümser bir havaya büründüğü sıralarda kaleme aldığı Alemdağ'da Var bir Yılan isimli kitabıdır ve bu da onun öykücülükteki başyapıtıdır. Artık kesit öykücülüğünün yanında, sürrealist bir dile bürünmüştü ve kalemi artık bilinçaltında gezmekteydi.(Bu yönüyle ''Alemdağ'da Var Bir Yılan'', Yusuf Atılgan'ı etkileyen kitapların başında gelmektedir.) ''Hişt, Hişt'' adlı öyküsü, onun yazdığı en müthiş öykü olmakla kalmıyor, aynı zamanda Sait Faik'in -hastalığının da etkisiyle- yaşadığı yıkımı da en derinden gösteriyordu. Sait Faik, bu kitabı yayınlandıktan sonra uzun süre yaşamadı ve 11 Mayıs günü, edebi olarak zirvedeyken yaşama veda etti. Geride ise, hayata gülen gözlerle bakan çok iyi öyküler bıraktı. 



  ''Bir bahar günü Sait Faik ve Orhan Veli ile birlikte yaptığımız bir boğaz gezisini anımsıyorum. Üsküdar'dan Beykoz'a kadar her iskelede Sait beni sınava çekmişti: 'Şu iskeleyi anlatmak gerekse neresinden başlarsın?' Anadoluhisarı İskelesi'nin yanında küçük bir kahve vardır. 'Haydi' dedi, 'mademki hikayecisin, şu kahvede ilk gözüne çarpan nedir, söyle bakalım.' Baktım üç dört kişi oturmuş, kağıt oynuyor, kahve içiyor, duvarda birtakım basma resimler... İran şahının, Atatürk'le resmi falan... 'Bu resimleri belirtirim.' dedim. Kızdı birden, 'Ulan!' dedi, 'o kenarda tek başına oturan ihtiyar sakallı var ya? İşte asıl hikaye o be?'' 
 Oktay Akbal
Şair Dostlarım







 Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Sait Faik Abasıyanık Serisi

 

16 Ocak 2014 Perşembe

Kuyruklu Şiir / Orhan Veli Kanık


Uyuşamayız, yollarımız ayrı;
Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;
Senin yiyeceğin, kalaylı kapta;
Benimki aslan ağzında;
Sen aşk rüyası görürsün, ben kemik.

Ama seninki de kolay değil, kardeşim;
Kolay değil hani,
Böyle kuyruk sallamak Tanrının günü.

14 Ekim 2013 Pazartesi

Sherlock Holmes Okumaları #2



  Yılların eskitemediği, dehasıyla günümüz okurlarını bile etkilemeye devam eden Sherlock Holmes'ün, büyük hayranlarından birisiyim. Özellikle Michael Caine'li serilerini hatmetmiş ve son dönemde çekilen, dahi milyoner Tony Stark olarak görmeye alıştığımız Robert Downey Jr.'ın başarılı performansıyla perdeye yansıyan iki adet Sherlock Holmes filmini beğenmiş ve Benedict Cumberbatch ile Martin Freeman'lı dizisine de aşık olmuş birisi olarak söylüyorum bunu. Hal böyle olunca, eldeki bütün Holmes öykülerini okumaya çalışmak da kaçınılmaz oluyor. Daha önceden ikinci ve üçüncü kitaplara göz attığım bir inceleme yazısı yazmıştım. Şimdi serinin 4. ve 5. kitaplarıyla devam ediyoruz.

  3. Sherlock Holmes - Gerçekler Kanıt İster

  Serinin ilk kitabı ''Akıl Oyunlarının Gölgesinde'' den sonraki en sevdiğim öyküler bu kitapta toplanmıştı benim. Holmes ile Watson'ın arasındaki bağın ciddi şekilde sınandığı, yer yer kopma noktasına geldiği, ancak her ne olursa olsun en sonunda yine ne kadar sıkı dostlar olduklarını kanıtladıkları öykülerle doluydu. Ayrıca Sherlock Holmes'un siyasete en fazla bulaştığı öyküler de bu kitaptaydı belki de. Yazıldığı yıllardaki dünyanın -ve tabii ki İngiltere'nin- genel ruh hali ve siyasi karmaşıklığı, öykülerde kendisine çok net bir şekilde yer bulmuş. Öncelikle Sherlock, hiç olmadığı kadar siyasi erklerle yüz yüze geliyor. Daha önceden alışık olmadığımız şekilde, devlet adına birçok iş yapıyor. Ayrıca bir öyküde düpedüz casusluğa kalkışıyor! E tabi ciddiyeti yüksek konulardan, keyfi bol öyküler çıkıyor, okuyucuya da bunun tadını çıkartmak kalıyor sadece. Ama zaman zaman siyasi entrikalara ara verip çözümü imkansız gözüken sorunları çözmekle de uğraştırıyor Holmes'ü Conan Doyle. 'Bruce Partington Planları' böylesi bir öykü mesela. Bu öyküde, bir mühendisin planlarının çalınmasının yol açabileceği problemleri engellemek için yola çıkan Holmes ve Watson'ın öyküsünü kaleme alıyor Doyle. Bu öykü, kitaptaki favorilerimden de olup, yeni bir film projesinde de senaryoya uyarlanması en uygun öyküymüş gibi geldi bana.

  Daha fazla uzatmiyim, ben bu kitabı çok beğendim. Daha fazla suya sabuna dokunan bir Holmes ve Watson ikilisi okumak istiyorsanız, bu kitaba bir göz atmanızda yarar var.

*Favori Öyküm: Kızıl Çember

4. Sherlock Holmes - Aklın Şüphesi Suçun Gerçeğidir

  Bütün seçki içerisinde bana, ''Şüphe Asla Uyumaz''dan bile daha yavan geldi bu derleme açıkçası. Artık karakterden sıkıldığı her halinden belli olan Conan Doyle, bu kez dozu tutturamamış. Zekasıyla herkesi etkileyen Sherlock Holmes'ün, bu kitaptaki maceraları, maalesef ki çoğu kez yavanlıktan öteye geçememiş. Ancak okuyucuyu şaşırtmayı başardığı anlar da yok değil. O yüzden böyle dedim diye, kitabı hiç beğenmedim sanılmasın. Yalnızca daha önceki öykülerde bizleri hayran bırakan o parıltıyı aynı derecede göremedim ben, hepsi bu. Belki de bunda, 'Gerçekler Kanıt İster' gibi çok beğendiğim bir Sherlock Holmes macerasından sonra okumuş olmamın da bir etkisi olabilir, bilemiyorum. Ama yine de, ne olursa olsun, okumaya vakit ayırmaya değecek bir kitap, Sherlock Holmes'den bahsediyoruz sonuçta.

  Bu kez daha sığ sularda gezen bir Sherlock Holmes görüyoruz. Geçen kitaptaki siyasi dokundurmalar ve gergin atmosfer, bu kitapta kendisine bir karşılık bulmuyor, daha çok ilk iki kitaptakine benzer bir atmosferle karşılaşıyoruz. Ancak öykülerin kurguları ve merak uyandırdıkları noktalar o kitaplardaki kadar başarılı değil. Yine de Holmes okumayı ve polisiyeyi seven herkesin şiddetle okuması gereken bir kitap, macera kitapları sevenler de beklediklerini bulabilir. Ama Sherlock Holmes'a başlayacak birisinin bu kitapla bu geniş dünyaya adım atması yanlış olabilir. Onun yerine serinin birinci ve dördüncü kitaplarını öneririm.

*Favori Öyküm: Sussex Vampiri