Sanatçı bir anne ile babanın oğlu kahramanımız. Kontrbas çalma konusunda çok başarılı bir devlet sanatçısı. Ayrıca çaldığı enstrümana da aşık birisi. Peki gerçekten de öyle mi?
Monolog şeklinde ilerleyen bir piyes aslında bu. Tek perdelik ve tek karakterlik bir oyun.
Bu oyunla ilk kez 2008 yılında, İstanbul Devlet Tiyatroları Bakırköy Sahnesinde tanışmıştım. 13 yaşlarındayken izlediğim bu oyundan müthiş etkilenmiş ve hemen araştırmaya başlamıştım internetten. İşte Süskind'ın muhteşem eseriyle tanışmam da o zamana rastlar.
Oyunun başında kahramanımız, sahneye çıkar ve sanat hakkında düşüncelerinden bahseder. Ona göre sanat, hani bizim Fecr-i Aticiler gibi, ''şahsi ve muhteremdir.'' bir bakıma. Ona ilgiye muhtaç bir kadın gibi ilgi göstermeli ve ilgilenmeliyiz onunla. Ardından çaldığı enstrümanla ilişkisine geçeriz onun.
Başlangıçta çok iyi şeyler duyarız kahramanımızdan çaldığı enstrümanla ilgili. Çıkardığı bas sesin kalitesinden, tellerinin ve yaylılarının mükemmelliğinden, tasarımının harikalığından dem vurur uzun bir süre. Kontrbas'ın bulunmadığı bir orkestranın her zaman eksik kalacağını söyler sürekli. Ona göre kontrbas bir orkestranın ''prima balerini'' gibidir. Çok, çok, çok ama çok önemlidir onun için.
Ancak oyunun ilerleyen bölümlerinde tüm düşüncelerinin bu yönde olmadığını öğreniriz kahramanımızın. Kontrbasa yağdırdığı tüm bu övgüler boşa gider adeta, çünkü bu ''primadonna'', bu ''kahire çiçeği'', bu ''prima balerin''in aslında öyle olmadığından bahsetmeye başlayarak bir anda çark eder, kendisiyle çelişmek pahasına...
Önce kontrbasın çalanı üzerinde yarattığı fiziksel sıkıntılardan bahsetmeye başlar. Kontrbas çalmaya başlayan bir insan, ileride sahip olacağı bel fıtığı hastalığını başka yerlerde aramamalıdır, çünkü enstrümanın suçudur bu, der anlatıcımız.
Ardından kontrbasın önemsizliğinden bahsetmeye başlar. Bir orkestra kontrbassız da yapabilir pekala... Ayrıca kontrbas orkestranın en önemsiz parçasıdır, en arkalara itilmiş bir tenekeden ibarettir. Senfonilerde kendine ait bir bölümü olmayan yegane yaylıdır, kemanın, viyolanın ve diğer yaylıların hepsinin kendi özel alanları vardır, ancak kontrbasın yoktur!
Taşıması da zor bir enstrümandır, öyle her istediğinizde yanınıza alamazsınız, bu açıdan piyanoya benzer, ancak piyano taşımaya gönüllü birilerini her zaman bulabilirsiniz, şansa bakın ki, kontrbasın ismini dahi bilmeyen onlarca insan vardır!
Ayrıca kontrbas çalarak da bir yere varılamaz ki! Bir piyanocu, bir kemancı, bir perküsyoncu, hatta bir davulcu bile orkestra şefi olabilir, ancak bir kontrbasçı olamaz. Gerçi buna bir engel yoktur, ancak bugüne kadar bir tek kontrbasçının bile orkestra yönettiği ne görülmüş, ne de duyulmuş şeydir.
Süskind'in bu anti-kahramanını böylesi çelişkilerin içerisinde bırakırız oyunun sonunda. Problemlerini çözemez ve tekrar kontrbasını çalmak için yanımızdan ayrılır.
Süskind, kontrbas üzerinden ördüğü bu ''yer yer alegorik'' öyküsünde, herkesin az-çok yaşadığı ''ne onla, ne onsuz'' paradoksunu çok iyi işler. Yarattığı kahramana isim koymaz, çünkü o kahraman bizizdir zaten, her okuyanın ismini alan bir ayna gibidir o. Bizleri anlatır, herkesin bir kontrbası vardır der ve onunla olan hastalıklı ilişkisini sorgulatır okuyana, başarısı da buradadır zaten...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder