14 Ekim 2013 Pazartesi

Sherlock Holmes Okumaları #2



  Yılların eskitemediği, dehasıyla günümüz okurlarını bile etkilemeye devam eden Sherlock Holmes'ün, büyük hayranlarından birisiyim. Özellikle Michael Caine'li serilerini hatmetmiş ve son dönemde çekilen, dahi milyoner Tony Stark olarak görmeye alıştığımız Robert Downey Jr.'ın başarılı performansıyla perdeye yansıyan iki adet Sherlock Holmes filmini beğenmiş ve Benedict Cumberbatch ile Martin Freeman'lı dizisine de aşık olmuş birisi olarak söylüyorum bunu. Hal böyle olunca, eldeki bütün Holmes öykülerini okumaya çalışmak da kaçınılmaz oluyor. Daha önceden ikinci ve üçüncü kitaplara göz attığım bir inceleme yazısı yazmıştım. Şimdi serinin 4. ve 5. kitaplarıyla devam ediyoruz.

  3. Sherlock Holmes - Gerçekler Kanıt İster

  Serinin ilk kitabı ''Akıl Oyunlarının Gölgesinde'' den sonraki en sevdiğim öyküler bu kitapta toplanmıştı benim. Holmes ile Watson'ın arasındaki bağın ciddi şekilde sınandığı, yer yer kopma noktasına geldiği, ancak her ne olursa olsun en sonunda yine ne kadar sıkı dostlar olduklarını kanıtladıkları öykülerle doluydu. Ayrıca Sherlock Holmes'un siyasete en fazla bulaştığı öyküler de bu kitaptaydı belki de. Yazıldığı yıllardaki dünyanın -ve tabii ki İngiltere'nin- genel ruh hali ve siyasi karmaşıklığı, öykülerde kendisine çok net bir şekilde yer bulmuş. Öncelikle Sherlock, hiç olmadığı kadar siyasi erklerle yüz yüze geliyor. Daha önceden alışık olmadığımız şekilde, devlet adına birçok iş yapıyor. Ayrıca bir öyküde düpedüz casusluğa kalkışıyor! E tabi ciddiyeti yüksek konulardan, keyfi bol öyküler çıkıyor, okuyucuya da bunun tadını çıkartmak kalıyor sadece. Ama zaman zaman siyasi entrikalara ara verip çözümü imkansız gözüken sorunları çözmekle de uğraştırıyor Holmes'ü Conan Doyle. 'Bruce Partington Planları' böylesi bir öykü mesela. Bu öyküde, bir mühendisin planlarının çalınmasının yol açabileceği problemleri engellemek için yola çıkan Holmes ve Watson'ın öyküsünü kaleme alıyor Doyle. Bu öykü, kitaptaki favorilerimden de olup, yeni bir film projesinde de senaryoya uyarlanması en uygun öyküymüş gibi geldi bana.

  Daha fazla uzatmiyim, ben bu kitabı çok beğendim. Daha fazla suya sabuna dokunan bir Holmes ve Watson ikilisi okumak istiyorsanız, bu kitaba bir göz atmanızda yarar var.

*Favori Öyküm: Kızıl Çember

4. Sherlock Holmes - Aklın Şüphesi Suçun Gerçeğidir

  Bütün seçki içerisinde bana, ''Şüphe Asla Uyumaz''dan bile daha yavan geldi bu derleme açıkçası. Artık karakterden sıkıldığı her halinden belli olan Conan Doyle, bu kez dozu tutturamamış. Zekasıyla herkesi etkileyen Sherlock Holmes'ün, bu kitaptaki maceraları, maalesef ki çoğu kez yavanlıktan öteye geçememiş. Ancak okuyucuyu şaşırtmayı başardığı anlar da yok değil. O yüzden böyle dedim diye, kitabı hiç beğenmedim sanılmasın. Yalnızca daha önceki öykülerde bizleri hayran bırakan o parıltıyı aynı derecede göremedim ben, hepsi bu. Belki de bunda, 'Gerçekler Kanıt İster' gibi çok beğendiğim bir Sherlock Holmes macerasından sonra okumuş olmamın da bir etkisi olabilir, bilemiyorum. Ama yine de, ne olursa olsun, okumaya vakit ayırmaya değecek bir kitap, Sherlock Holmes'den bahsediyoruz sonuçta.

  Bu kez daha sığ sularda gezen bir Sherlock Holmes görüyoruz. Geçen kitaptaki siyasi dokundurmalar ve gergin atmosfer, bu kitapta kendisine bir karşılık bulmuyor, daha çok ilk iki kitaptakine benzer bir atmosferle karşılaşıyoruz. Ancak öykülerin kurguları ve merak uyandırdıkları noktalar o kitaplardaki kadar başarılı değil. Yine de Holmes okumayı ve polisiyeyi seven herkesin şiddetle okuması gereken bir kitap, macera kitapları sevenler de beklediklerini bulabilir. Ama Sherlock Holmes'a başlayacak birisinin bu kitapla bu geniş dünyaya adım atması yanlış olabilir. Onun yerine serinin birinci ve dördüncü kitaplarını öneririm.

*Favori Öyküm: Sussex Vampiri

17 Ağustos 2013 Cumartesi

Mitolojik ve Alegorik bir eser olarak ''Silmarillion''



  Silmarillion'u incelemeye devam... Daha önce bu eseri, Roman ve Kutsal Kitap olmak üzere iki farklı başlıkta incelemiştim. Bu yazı dizisindeki son durağımızda, bu eseri Alegorik yönleri ve mitolojik kökleriyle inceleyeceğim. Shall we begin?

  İngilizlerin yüzyıllar boyunca kendilerine ait bir destanı olmamıştır. Her ne kadar bazı dilbilimciler, Beowulf ve Ejderha destanı ile bazı Kuzey Avrupa destanlarını İngiliz destanlarından kabul etseler de, gerçekte has bir ingiliz destanı yoktur. Bu destanları yetersiz bulan Tolkien de, bu boşluğu doldurmak için kolları sıvar...

  Tolkien, Fin destanı Kalavela'nın büyük bir hayranıdır. O destandaki imgelemeleri ve kutsal metinlere olan göndermeleri çok yaratıcı ve büyüleyici bulur. Kendi destanını yaratmak için yola çıkarken de, model olarak aldığı arketip, Kalavela destanı olur.

  Mitolojisini yaratırken, dil bilgisel olarak İngilizce'nin bütün sınırlarını zorlar Tolkien. Derler ki, Shakespeare'den sonra İngilizce'yi bu denli ustaca kullanan başka bir yazar daha var olmamıştır. Bugünden sadece 50-60 yıl önce yazılmış olmasına rağmen, günümüzde üst düzey bir İngilizceyle bile okunduğunda anlaşılması zor olan dil bilgisi kalıpları ve anlamı bilinmeyen bir çok kelimeyle karşılaşılabilir.

 
Melkor ve Ungoliat
  Peki bu eserin alegorik ve girift yapısı neleri gizliyor? Hangi karakter neyi simgeliyor? Kutsal metinlerle arasında ne gibi bir ilişki var? Bunların biraz daha net anlaşılabilmesi ve okurken kolaylık sağlaması açısından, sizlere küçük bir alegori sözlüğü hazırladım. Okumalarınızda yardımcı olması dileği ile.

Eru - İluvatar: Tanrı, Allah, Güneş, Yüce Varlık. Dünya üzerindeki tüm dinlerde, dünyayı yaratan ve yöneten kişi olarak gösterilen her şey. Meleklerin ve insanların yaratıcısı. Onlar üzerindeki mutlak güç sahibi.
Valar: Peygamberler. 12 kişi. Dünyayı Tanrının çocukları için hazır hale getirmek için önceden gidip yeryüzünü onlara hazır hale getirmekle uğraşan çobanlar. İnsanları ve elfleri İluvatar'ın yoluna sokmaya çalışan ve onları kötülüklere karşı uyaran bilge kişiler.
Manwe: En ulu Valar. Hristiyanlık, İslamiyet ve Yahudilik'teki tüm büyük peygamberleri simgeliyor. Hz. İsa, Hz. Muhammed ve Hz. Musa olarak görmek mümkün. Ama yazarın Hristiyan olmasından dolayı, Hz. İsa'yı simgeliyor olması çok büyük bir olasılık.
Maiar: Valar kadar önemli ve bilge, ama Valar olmayan kişiler. Halife ya da Havarileri temsil ettikleri söylenebilir.
Melkor-Morgoth: Başlangıçta en ulu Valar'dan birisiyken, İluvatar'a isyan ederek düşkün hale gelen ve kötülüğün başı olan varlık. Şeytanı temsil ediyor. Şeytan da başlangıçta bir melekken, insanın yaratılışı sırasında Tanrı'ya başkaldırmış ve düşkün bir melek haline gelmiştir.
Elfler: Burada tam anlamıyla bir simgelemeden bahsedebilmek mümkün değil, çünkü melekler flu bir halde. Hem insanlara ait özellikleri var, hem de meleklere özgü bir yapıları. Ancak nefislerinin olmayışı, saf iyilikle dolu olmaları, ölümsüzlüğe sahip olmaları ve bilge kişilikleri sebebiyle, meleklere daha çok benzedikleri söylenebilir.
Tulkas: Ainur içerisindeki en güçlü Vala. Mitolojideki Helkür ve Aşil'i simgeliyor.
Ulmo: Deniz çobanı. Mitolojideki Denizlerin Tanrısı Poseidon'u simgeliyor.
Necromancer: Deccal. 
Turin Turambar: Mitolojideki Sisifos efsanesinin bir temsili. Tıpkı onun gibi, Morgoth tarafından tarifi imkansız bir acıya ve sürekli tekrar eden davranışlara mahkum.

6 Ağustos 2013 Salı

En Sevdiğim Kitaplar

  Blogu açtığımdan beri vardı kafamda böyle bir listeyle karşınıza çıkmak. Nasip kısmet işleri, bugüne denk düştü anca.
  Kitaplarla içli dışlı olan herkesin vardır kendisine göre bir ''en iyiler'' listesi. Kimisi ''en sevdiklerini'' koyar bu listeye, kimisi objektif olarak ''en güzellerini''. Benim listem ikisinin bir karışımı gibi sanki. Çok sevdiğimden bu listede olanlar da var, okurken pek keyif almadığım, ama bitirdikten sonra beni uzunca bir süre düşündürenler de. Ama her halükarda, benim en iyilerim bunlar, öyle ya da böyle. Başlayalım.

 1. Dava - Franz Kafka 


  En sevdiğim yazar Kafka'nın, en başarılı bulduğum eseri ''Dava'', bu listemde de ipi en önde göğüslüyor. Ortaya koyduğu sürreal ortam, rahatsız edici derecedeki gerçekçi bakışı, yarattığı atmosfer ve çok başarılı kalemiyle, kesinlikle çok çok çok başarılı bir eser Dava. Güncelliğini yayımlandığı günden beri hiç yitirmedi, yakın gelecekte de yitirecek gibi gözükmüyor. Gizemi hala çözülemedi, çok katmanlı alegorik yapısı sebebiyle, her çözülen imgelemi, yeni bir imgelemi doğuruyor, bu da, kitabı okuyanların hala keşfedecek çok şeyleri olduğu anlamına gelir. Şahsi olarak, okuduktan sonra Hukuk Fakültesi hayallerinden vazgeçmem çok kısa bir zaman dilimini almıştı. İkinci okumamda ise, Tanrı ile olan ilişkilerimizi işleyen yapısına hayran kaldım. Yakında çizgi romanını da elime almayı düşünüyorum, o okumadan sonra da birçok yeni şeyler keşfedeceğimden eminim. Kesinlikle okunması elzem kitapların başında geliyor, insanı anlamak, bireyi anlamak, devleti anlamak, hukuğu anlamak, yasayı anlamak, tanrıyı anlamak ve de en önemlisi, hayatın önemini anlamak için bir göz atmakta fayda var derim ben. Ayrıca Kafkaesk esintilerinin de Şato'yla birlikte en yoğun gözlemlenebildiği romandır Dava, belirtmeden geçmeyelim.

2. Yabancı - Albert Camus


   Bu kitapla ilgili konuşulacak her şey konuşuldu, söylenecek her şey söylendi zaten. Tekrar tekrar söylenebilecek tek şey, kesinlikle kışkırtıcı ve anı derecede muazzam bir eser olduğu. Bireyin topluma yabancılaşmasını ve toplumsal normların altüst oluşunu bundan daha iyi ele alan bir eser yok kesinlikle. Camus, kesinlikle en başarılı gözlemini ortaya koyuyor bu romanında. (Romancı Camus'un ulaşabileceği son noktayı görmek için 'Veba'ya, düşünen Camus'un ulaşabileceği son noktayı görmek için 'Sisifos Söyleni'ne de bir göz atın.) Bir Arap'ı öldürdüğü için değil, annesinin cenazesinde gözyaşı dökmediği için cezaya mahkum edilen Meursault'un trajedisinde, toplumun çürük yapısına ayna tutar Camus. Toplumsal yapının yozlaşmışlığını ve insanı bir birey olarak değil bir meta olarak görüşünü de yansıtır eserine. Ayrıca milliyetçi olmayan bakışıyla da hümanist bir görüntü çizer: Meursault sadece o toprakların insanı değil, dünya üzerindeki herhangi bir ülkenin herhangi bir vatandaşı da olabilir, bunu hissettirir okuruna Camus. Çok başarılı bir toplumsal gözlemin çok başarılı bir ürünüdür, Camus'un da Sisifos Söyleni'yle birlikteki zirve noktasıdır ayrıca.

3. Suç ve Ceza - Dostoyevski


  Dünya üzerinde üstadın bu başyapıtını okumayan kaldı mı? Raskolnikov'un düşüşünü ilmik ilmik dokuyuşundaki o ustalık, ruh halini kişiye yansıtmada gösterdiği beceri, mekan betimlemelerinin karakterler üzerindeki etkisini başarıyla ortaya koyduğu kalemiyle, belki de gelmiş geçmiş en ünlü metine imzasını koydu Dostoyevski. Dünyada kutsal kitaplardan ve Shakespeare'in piyeslerinden sonra en çok okunan metin ''Suç ve Ceza'', ve bunu da sonuna kadar hak ediyor. Rus edebiyatının ezelden beri büyük bir hayranıyım. Özellikle Gorki, Tolstoy ve Dostoyevski beni ayrı ayrı çok etkiliyorlar. Bu roman, Anna Karenina ile birlikte kesinlikle Rus Edebiyatının zirve noktasını temsil ediyor. Kaçımız Raskolnikov'un tefeci kadını öldürme konusundaki düşüncelerine katılmadık ki? Kaçımız Razumihin ile kardeş olmak istemedik? Kız kardeşinin fedakarlığına kaçımız üzülmedik? Sibirya günlerinde, kaçımız hüzün duymadık? Ahlakçı ya da değil, Suç ve Ceza kesinlikle bir psikoloji başyapıtıdır ve gelmiş geçmiş en sağlam kitaplardan da birisidir, benim listemde de üçüncü sıradan giriş yapmıştır.

4. Denemeler - Montaigne

  Başucu kitabım! Öylesine söylemiyorum bunu, kelimenin tam anlamıyla öyle çünkü. Montaigne gibi müthiş bir filozofun hayat hakkındaki mülahazaları, günün her an, her saati elimin altındadır. Birazcık soluklanmak için dışarı mı çıktım, yanıma denemeleri alırım. Bir kahve molası mı verdim, iPhone'umdan denemeleri okumaya dalarım. Çünkü böylesi bir dehanın, hayat hakkındaki uzun uzadıya yaptığı düşünüşlerinin ardından ortaya koyduğu bu eseri, yaşamımızın her anında bize yardımcı olacak bir rehber kitap niteliği taşır. Bir kez okumak asla yetmez! Çünkü bu, bir kerede okunarak anlaşılabilecek bir eser değildir. Bazı bölümleri, gençlik dönemimize hitap eder, bazılarını anlamak için biraz daha olgunlaşmak gerekir, bazı bölümleri ise düpedüz yetişkinlere yöneliktir. İhtiyarlıkta ise, tüm hayatımızı gözler önüne sermemize ve belki de yaşamdaki misyonumuzu tam olarak anlayabilmemize olanak sağlar, o kadarını bilemiyorum. Ama her ne olursa olsun, herkesin okuması, üzerinde düşünmesi, tekrar okuması, özümsemesi, tekrar okuması ve üzerinde tartışması gereken bir eser ''Denemeler''. Bu yapıtın üzerine, Stefan Zweig gibi bir deneme üstadının Montaigne üzerine yazdığı deneme de okunursa, birçok şey yerli yerine oturacaktır diye düşünüyorum.

Blogdaki eserle ilgili yazım: Çok iyi bir kitap, çok ''Denemeler''

5. Silmarillion - J.R.R. Tolkien

  Bu kitabı anlatmaya nereden başlamalı? Bir Kutsal Kitap olduğu konusunda anlaşmıştık önceden sizinle. Geçenlerde 2. kez hatim ettiğim bu büyük eser, en sevdiğim roman ayrıca. İngiltere'de adam akıllı bir mitolojik destanın olmamasına kafası atan Tolkien'in, İngilizlere destan armağanıdır bu. Arda evrenini yaratan İluvatar'ın, çocuklarına çobanlık etmesi için dünyaya gönderdiği Ainur'un ve isyan eden Vala eskisi Melkor'un (Morgoth) savaşının öyküsünü anlatır Silmarillion. Kitap içinde roman içinde öykü içinde destan gibi çok ilginç bir kurguya sahiptir. Dili hafiftir, ama karakter sayısı ve olay örgüsü son derece karmaşıktır, bu sebeple okuması biraz zordur, ama bitirdiğinizde, hemen tekrar okuma isteği yaratır insanda. Bu destanı son yazılarımda son derece ayrıntılı bir şekilde anlatmıştım, o yüzden burada da detaya girmek istemiyorum, merak edenler Bir roman olarak ''Silmarillion'' ve Kutsal Kitap olarak ''Silmarillion'' adlı yazılarıma da bir göz atabilir. Bu destanı Mitolojik ve alegorik olarak inceleyeceğim son yazım da yakında blogda sizlerle olacak. :)

6. Baba - Mario Puzo

  ''Ona reddedemeyeceği bir teklif sunacağım.'', ''Dostlarını yakın tut, düşmanlarını daha da yakın.'', ''Dostluk ve para zeytinyağı ve su gibidir.'', ''Ailesiyle vakit geçirmeyen bir adam gerçek bir adam değildir.'', ''Eli çantalı bir hırsız eli silahlı bir hırsızdan daha çok çalar.'', ''Para silahtır ama siyaset, tetiği ne zaman çekeceğini bilmektir.'', ''Sakın bana masum olduğunu söyleme çünkü bu benim zekama hakarettir.'', ''En zengin insan, en güçlü arkadaşlara sahip olan insandır.'', ''Düşmanlarından nefret etme bu senin yargılama yetini etkiler.'', ''Kadınlar ve çocuklar dikkatsiz olabilir, ama erkekler dikkatli olmak zorundadır.'', ''Fredo... Sen benim abimsin ve seni severim. Ama sakın bir daha aileye karşı birisinin tarafını tutma! Sakın!'', ''Sicilya'da, kadınlar tabancadan bile tehlikelidir.'', ''Tüm bu işlerle Santino uğraşacak diye düşünürdüm. Ve Fredo. Fredo da iyi olurdu. Ama senin bulaşmanı asla istemedim. Tüm yaşamım boyunca hep çalıştım. Aileme bakmak için yaptığım işlerden dolayı özür dilemem. Ve, kodamanların tuttuğu iplerle oynatılan bir kukla olmayı reddettim her zaman. Kimseye özür borcum yok. Benim seçtiğim yol bu. Ama düşünüyorum da, sen yapabilirdin. Belki sen de o ipleri tutanlardan biri olabilirdin. Senatör Corleone, Vali Corleone falan...''
  Gerçekten, bir şeyler söylemek gerekli mi?

7. Otomatik Portakal - Anthony Burgess

  Hem film hem roman versiyonu efsane olan çok az yapıt vardır, Otomatik Portakal (A Clockwork Orange) da bunlardan birisi. Hangisi daha büyük karar veremiyorum bir türlü, Stanley Kubrick'in başyapıtı mı, yoksa Anthony Burgess'in fast-food romanı mı?(Neden böyle dediğimi anlamak için Anthony Burgess'in Tuhaf Hikayesi'ne bir göz atmanızı tavsiye ederim.) Her ikisi de ayrı ayrı güzel olsa da, Burgess'in eseri çok az farkla önde geliyor benim için, tüm o klasik müzikler ve tabii ki üstad Beethoven'a rağmen. Bunun sebebi, ağır bir dili, hızlı bir kurguya yedirebilmeyi ve çok ağır sistem eleştirisi yapan ağır bir konuyu, ağırlığını kaybettirmeden rahatlıkla okutabilmeyi başarmasında sanırım. Ayrıca filmin sonundan daha etkileyici bulduğum romanın sonu da bunda bir nebze de olsa etkili. Yine de, Stanley üstada saygıda kusur etmek istemem, bilenler bilir zaten ona olan sevgi ve hayranlığımı. Okuması sarkastik bir keyif veren bir kitap bu, psikolojik olarak çok derin açıklamalara girişiyor, yarattığı dönemin ruhunu da okura birebir yansıtmayı başarıyor. Her yönüyle çok iyi, roman için oluşturulmuş argo dil de çok başarılı. Benim en iyi Kitaplar listemin de önemli bir parçası ayrıca.

Romanla ilgili yazım: Ağıt, Günümüz Gençliği Üzerine ''Otomatik Portakal''

8. Hayvan Çiftliği - George Orwell 

  1984 için, Hayvan Çiftliği'nden daha iyidir derler. 1984'ü okumadım, o yüzden doğrudur, yanlıştır bilmiyorum, ama Hayvan Çiftliğinin ne denli büyük bir ''peri masalı'' olduğunu ve sesinin ne denli kuvvetli olduğunu pekala biliyorum. Orwell'ın sistem eleştirisi yaptığı bu alegorik eser, okuması son derece keyifli ve üzerinde düşünmesi de bir o denli yorucu bir masal. Her bir hayvanın, tarihten önemli bir kişiyi temsil ettiği kitapta, özellikle Napoleon = Stalin ön plana çıkan karakter oluyor. Orwell'ın Komünizm'den Faşizm'e geniş bir yelpazede sistem eleştirisine soyunduğu eserinde, ucundan kıyısından dokundurmadığı tek sistem Kapitalizm olarak kalıyor, ki geçen yıllarda ortaya çıkan ''Hayvan Çiftliği sipariş bir eser mi?'' ve ''Orwell Amerikan casusu muydu?'' sorularının ciddiyetini artıran bir unsur bu. Ancak öyle ya da böyle, bu sorular doğru da olsa yanlış da, anlattıklarından ve güncelliğinden bir şeyler yitirmeyecek bir eser bu, ancak anlamını yitirecektir şüphesiz ki.

Romanla ilgili yazım: Bir Peri Masalı ''Hayvan Çiftliği''

9.Çocuk Kalbi - Edmundo de Amicis 

  Çocukluğumun kitabı, ilk gençliğimin kitabı, hayatımın kitabı. Bana kitap okumayı sevdiren kitaptır bu. Daha henüz 2.sınıfa giderken, abimin öğretmeni öğrencilerine bu kitabı ödev vermiş, abim de kitap okumayı pek sevmeyen birisi olduğu için, bu kitabı aldığı gibi kitaplığın karanlık köşelerine fırlatmıştı. Ben de çocuk aklıyla, bu defterin kabını çok beğendiğimden, içinde ne olduğunu hep merak etmiştim, ama abimin kızacağı düşüncesiyle hiç açmamıştım. Sonunda merakım korkuma galip geldi ve o defterin kapağını kaldırdım, bir de ne göreyim, önümde kelimeler deryasından oluşan bir kitap duruyordu. Okumaya başlamamla kendimi bambaşka bir dünyada bulmam bir olmuştu. O günden sonra, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.(Hüzünlü bir melodi)
  Ama çocuklara hitap eden tarafı bir yana, yetişkinlere de söyleyecek çok sözü var Çocuk Kalbi'nin. Bir çocuğa iyilik yapmak istiyorsanız, ona Çocuk Kalbi'ni okutun, demiş bir düşünür. Ne de güzel söylemiş. Çocuklara bir şeyler öğretmek istiyorsanız, onlara Çocuk Kalbini okutun. Çocukları anlamak istiyorsanız, Çocuk Kalbini okuyun.

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Bir roman olarak ''Silmarillion''


  Daha önce, Silmarillion'un bir Dünya'nın yaratılış destanını anlattığından bahsetmiştik. Ulu İluvatar'ın Yüce Arda'yı yaratışının hikayesine de ucundan kıyısından değindim. Peki, bu yaratılış öyküsü nereye bağlanıyor ve Güç Yüzüklerinin Öyküsü nasıl başlıyor, ya da daha doğru bir ifadeyle, Silmarillerin öyküsü nerede bitip, hobbitlerin ve yüzüğün öyküsü nerede başlıyor?

  Silmarillion, çok komplike bir roman. Bu haliyle okunması da çok zor, kabul etmek gerekir ki. Dünya üzerindeki okuması en zorlayıcı metinlerden birisi kesinlikle, ki bu haliyle de tekniğinin kusurlu olduğunu belirtmek gerekir. Diyalogların düşük ve betimlemelerin çok olduğu bir öykü bu. Ayrıca çok büyük bir zaman dilimini kapsıyor. Zaman öncesinden, 1.Çağ, 2.Çağ ve 3.Çağ'ın tamamını kapsıyor zaman dilimi olarak. Ayrıca çok sayıda karakter bulunduruyor içinde. (Bu karakterleri ve simgeledikleri mitleri bir sonraki yazıda ele alıcaz. ;)) 680 küsur sayfalık romanın, son 60 sayfasının isimler sözlüğü olduğunu belirtmem, yeterli olur sanırım. Bu yüzden de, kişilerin bir çoğu havada kalıyor ve isimlerini öğrenmek bile başlı başına bir problem haline geliyor. Ancak kişileri öğrenmeyi becerebilseniz bile, ırkları karıştırmamanız çok zor. Hele hele, işin içine, Valar, Maiar ve Numenor da girince, karakter deryasından herhangi bir kişinin Eldar ırkının Numenor soyunun hangi boyundan olduğunu anlayabilmek neredeyse imkansız. Ancak buna rağmen, temel olarak öğrenmeniz gereken karakterleri öğrenme konusunda sıkıntı olmuyor, çünkü önemli kişilerin isimleri romanda çok sık geçtikleri için, sözlükten bir iki kez baktıktan sonra, akıla kazınıyor. (İluvatar,  Manwe, Melkor, Morgoth, Ungoliath, Ingwe, Feanor, Elrond, Galadriel, Turin, Tuor, Hurin, Aule, Beren, Luthien, Earendil, Tulkas, Ulmo, Orome, Glorfindel, Glaurung, Sauron, Melian, vs. vs.) Ancak J.R.R.Tolkien'in en büyük başarılarından birisi de, burada yatıyor: Bu derece büyük bir karakter karmaşasını, inandırıcılığını bir kez bile sorgulatmadan okuyucusuna kabullendiriyor. Ayrıca, öyküde belki de sadece bir kez geçen bir elfin bile, arka planı ve kişilik özellikleri öyle güzel oturtulmuş ki, okuduğunuz bu hayali evrene inanmakta hiç zorlanmıyorsunuz. Uzun süre okuduktan sonra, kitaptan gerçek dünyaya döndüğünüzde, hangisinin gerçek olduğunu bile düşünebilirsiniz, şahsen çok sık yaşadım bu durumu.



  Romanın içinde, 5 farklı öykü bulunuyor. En ön planda olan ve kitaba ismini veren öykü, Silmarillerin Öyküsü, yani Quenta Silmarillion. Bu öykü, önceki yazımda da bahsettiğim gibi, bilge bir elf olan Feanor'un, Orta Dünya'nın ışık kaynağı olan Valinor'daki Ulu Ağaçlardan(ne yalan söyliyim, ismi gelmedi şimdi aklıma. :) ) Silmariller yapması ve bunları düşmüş bir Valar olan Ulu Melkor'un çalmasıyla oluşan olayları anlatır ki, kitabın en can alıcı bölümleri de bunlardır. Bu bölümün içinde, kendi başına bile kitap olabilecek (ki bunlardan birisi zaten kitap olmuştur.) bir çok ''derkenar'' tadındaki öyküler de vardır ki, her birisi kendi alanında en usta eserlere taş çıkartacak denli başarılılardır. Benim açımdan bu bölümlerden en kalitelileri, ''Turambar Turin'e Dair'', ''Beren ve Luthien'e dair'', ''Earendil'in Yolculuğuna ve Gazap Savaşı'na Dair'' ve ''Tuor'a ve Gondolin'in yıkılışına Dair'' den oluşur. İçlerinden Turambar Turin'in öyküsü, 2006 yılında ''Hurin'in Çocukları'' ismiyle 300 küsur sayfalık bir roman olarak da ayrıyeten yayınlanmıştır ki, Silmarillion'dan önce onu okuduğum için, Silmarillion'u okurken bana çok büyük katkıları olmuştur. Bu öykülerden özellikle Beren ve Luthien'in öyküsü, en yürek burkan ve en acıklı, ayrıca en güzelidir. Sadece o kısacık bölüm bile, yalapşap aşk romanlarından kat be kat be kat üstün. Ayrıca Aragorn ve Arwen aşkından daha acıklı ve hüzünlü. Ayrıca bir dip not olarak, Tolkien ve eşinin mezar taşlarında Aragorn ve Arwern değil Beren ve Luthien yazdığını da belirtmek isterim.

  Silmarillion'un diğer parçaları, Ainulindale, Valaquenta, Numenor ve Güç Yüzüklerine Dair'den oluşur. Ainulindale'de, İluvatar ve Ainur'ın birlikte Orta Dünya'yı, Arda'yı ve Elf/İnsan ırklarını yaratışları anlatılır. Valaquenta'da, Valar ve Maiar ırklarının özellikleri  tanıtılır ve 11 Valar ile birlikte bütün Ainur tek tek okura tanıtılır. Ayrıca öykünün kötüsü, Valar eskisi Melkor/Morgoth da bu bölümde okurun karşısına çıkar.

  Numenor, Silmarillion'dan sonraki bir bölümdür. Silmarillion'la diğer iki kısım gibi bir göbek bağı olmamasına rağmen aynı evrende geçtikleri için külliyatı tamamlayıcı bir işlev görür. Bu kısımda, Valinor'da yaşayabilmek için isyan eden Numenor'ların (Elrond ve Arwen de bir Numenor'dur.) düşüşü ve Orta Dünya'ya sürülmeleri konu alınır. İçeriğinde sosyal mesajın en çok hissedildiği kısımdır ayrıca Numenor'un öyküsü.



  En sondaki Güç Yüzüklerine Dair, okura Yüzüklerin Efendisi'nin geniş bir özetini sunar ve Silmarillion ile Yüzüklerin Efendisi arasındaki kayıp halkaları tamamlar. Bu anlamda Silmarillion'un hemen ardından okunması ile, bilinen bir öyküye, çok daha farklı bir gözle bakmanın deneyiminin verdiği mutluluğu tam anlamıyla hissedebilirsiniz.

  Güç Yüzüklerinin Öyküsü, Orta Dünya'nın en anlamlı savaşlarından olsa da, en küçüklerinden biri aynı zamanda. Bu denli gözümüzde büyüttüğümüz bu öykünün, (bahsettiğim tarihsel anlamda bir öykü, yanlış anlaşılmasın.) aslında yapbozun sadece bir köşesini oluşturduğunu öğrenmek, gerçekten çok şaşırtıcı.Ancak ufuk açıcı ayrıca. Yüzüklerin Efendisi'nin ortaya koyduğu Sanayi eleştirisini bilmeyen yoktur, sağır sultan bile duydu artık. Silmarillion okunduğunda, bu tarz okumaların altları daha net doluyor, ve Yüzüklerin Efendisi çok daha fazla anlam kazanmış oluyor. Şahsi tavsiyem, ne kadar çok okumuş olursanız olun, Silmarillion'un ardından kısa bir süre sonra Yüzüklerin Efendisi'ni tekrar okumanız gerektiğidir. O halde birçok parça yerine daha doğru oturur ve ayrıca Silmarillion ile olan, hiç bilmediğiniz bağlar yüzünüzde gülümsemelere yol açabilir. (Shelob'un Ungoliath'ın soyundan gelmesi, Cücelerin Moria madenlerine olan bağlılığı, Elrond ve Galadriel'in bilgeliğinin kaynağı, Orman Elflerinin güvensiz yapıları, Elf-Cüce kavgasının kökeni, Ejderha Smaug'un atası, Minas Tirith'in yükselişi ve Minas Morgul'un çöküşü vs.) Şahsen ben de, en kısa zamanda Yüzüklerin Efendisi külliyatına, Hobbit'le birlikte tekrardan el atmayı ciddi olarak düşünüyorum.

  Sonuç olarak, Silmarillion'un roman olarak teknik anlamda biraz kusurlu olduğundan bahsettim, ama Silmarillion'un bir kutsal kitap olduğu konusunda sizinle daha önceden anlaşmıştık zaten. Hiçbir Kutsal Kitapta diyalogların yer kaplamadığını göz önüne aldığımızda, Silmarillion'un durumu da hoşgörüyle karşılanır her halükarda. Ayrıca içinde barındırdığı müthiş ötesi öyküler ve kurguyla, bu teknik yapısıyla bile en üst düzey romanlar arasına çıkıyor rahatlıkla.

  Tolkien, 1950'li senelerin bağnaz edebiyat çevrelerinde, böylesi fantezi ürünü eserlerle uğraştığı için, dostları tarafından çok aşağılanırmış. Hatta bir keresinde, cemiyet içerisinde bir dostu, kendisi hakkında ''o anca çocuk kitapları yazar.'' deme cüretini bile göstermiş. Yıl 2013, kendisine dil uzatanların isimleri dahi bilinmezken, çocuk kitaplarının üstadı başımızın üstünde. Toprağı bol olsun.

  Rahat uyu üstad, sana dil uzatma cüreti gösterebilecekler henüz dünyaya gelmediler. Biliyoruz gittiğin yerlerde çok mutlusun, yanında Luthien'in var ne de olsa.

27 Temmuz 2013 Cumartesi

En iyi Kitap Kapağı Tasarımları (2)

  En güzel Kitap Kapağı tasarımlarına yer verdiğim yazılardan devam... Daha önceki yazıda vermiştik birkaç şeyler. Şimdi devam ediyoruz.































































26 Temmuz 2013 Cuma

Kutsal Kitap olarak ''Silmarillion''



  Anlatmaya nereden başlamalı? Böylesi mükemmel bir eseri anlatmayı becerecek kelimeler ortaya çıktı mı ki? Kendimizde böylesi bir kitabı inceleme lüksünü nereden buluyoruz anlayamıyorum açıkçası. Oturup da İncil'i bir roman olarak incelemek ne derece saçmaysa, Silmarillion'u incelemeye çalışmak da o derece saçma çünkü bence.

  Önce Eru vardı. İluvatar da derlerdi ona. Okyanusun ötesinde, Aman'ın ve Orta Dünya'dan çok uzakta, Zamanötesi Salonlarda, yanında Ainur ile birlikte bulunurdu. Ainur çok güçlüydü, ama içlerindeki en güçlüleri Manwe ve Melkor'du. Eru İluvatar, tüm Ainur'dan özellikler bahşetti Melkor'a. Ardından Melkor, Eru'nun isteğiyle şarkı söylemeye başladı, Ea dendi buna, ve bu şarkının içinde Arda şekillendi, içerisinde Orta Dünya, Numenor ve Valinor ile birlikte tüm Aman'ın bulunduğu gezegen. İluvatar, Ainur'a Arda'nın gelecekteki şeklini gösterdi, etkilendi hepsi birden, ve bunun içinde varolmak istediler, bu güzellikleri paylaşmak istediler, ama Arda henüz gençti, ve bu gördüklerinin, çok uzun yılların ve büyük  yıkımlara uğratan savaşların ardından ortaya çıkacağının farkında değillerdi, gözleri düğümlenmişti. Ancak Melkor tamahkardı, Arda'nın sadece bir parçası olmak istemiyor, ayrıca onu değiştirmek de istiyordu. Bunu anladı yüce Eru İluvatar, ve Ainur'u Arda'ya gönderdi, orada bulunsunlar ve Arda'yı gelecekte ortaya çıkacak kendi çocukları Elfler ve İnsanlar için uygun hale getirsinler diye. Melkor başkaldırdı diğerlerine, kötülüklere büründü ve kendi kalesine çekildi, bütün güzelliklere düşmandı artık. Ainur'un başınaysa, yüce bilge Manwe geçti. Ve böylece başladı Arda Tarihi.

  Ardından çok büyük savaşlar, yıkımlar oldu, can kayıpları oldu. Aule, Yüce Eru'ya baş kaldırmak pahasına, nefsine hakim olamayarak Cüceleri yarattı, onları kendi özellikleriyle donattı. Yavanna Arda'ya sonsuz güzellikler kattı, Ainur'un hepsi birden, özellikle de Valar, ışığa boğdu Arda'yı, iki ağacın ışığı, yüzyıllarca sürdü Orta Dünya'da. Melkor çok güçlendi, Orta Dünya'nın tek hakimi oldu, ama Valar onu da yenmesini bildi, onu tutsak etti ve Valinor'a hapise getirdi, Tulkas'ın elinde olsa oracıkta boğardı halbuki, belki de en iyisi bu olurdu gerçi. Ama Melkor ne olursa olsun bir Ainur'du, Valar'ın en kudretlilerindendi, Manwe'den bile güçlü olabilirdi, tutsaklığı kabullenecek birisi ise hiç değildi. Sempatik yüzünü takındı ve kendisini affettirdi, bağışlattı kendisini, ayrıca Valar'da bulunduğu sırada, ileride en sadık uşağı olacak Maiar Sauron'u da emrine almayı başardı. Ve Valar'ın hükmü gereği, suçlarının cezasını çekmiş olarak Orta Dünya'ya döndü.

  Ama aynı zamanda İluvatar'ın çocukları da doğmuştu, Elfler, Eldar, Teleri ve diğerleri Orta Dünya'daki varlıklarına başlamışlardı artık. Onlara Aman'a gelme seçeneği sunuldu, kimisi kabul etti bunu, kimisi  reddetti. Ama gidenlerden özellikle Noldor elfleri gelecekte çok büyük işler yapacaklardı.

  Feanor, Elflerin en kudretlilerindendi, iki ağacın ışığından Silmarilleri yaptı ve onları kendi himayesine aldı. Melkor, Ungoliath'la birlikte saldırıp, hem babasını katletip, hem de Silmarilleri çalınca, tekrar Orta Dünya yolları gözüktü Noldor'a. Feanor ona, Morgoth dedi, Kara Düşman yani. Morgoth, ayrıca Valinor'a da saldırmış ve iki ağacın ışığını söndürmüştü, Arda'nın son ışığını bulunduran Silmariller de Morgoth'un elindeydi artık. Ardından Valar Ay ve Güneş'i yarattı, Arda varoldukça, ışıklarıyla aydınlatacaklardı dört bir tarafı.

  Noldor'un gözünü nefret bürümüştü artık. Morgoth'u yenip, Silmarilleri almak için yola çıktılar, Silmarilleri almak için ne yapmak gerekirse yapacaklarına dair yemin ettiler ayrıca, maatteessüf ileride yapacaklar da.

  Bu öykü çerçevesinde gelişen olayları hikaye eder Silmarillion. Gazap Savaşı, Beren ve Luthien'in öyküsü, Turin Turambar, Hürin ve Tuor, Earendil, Ulmo, Kardeş Katli gibi her biri mükemmellik abidesi müthiş öyküleri de bir araya getirir ayrıca.

  J.R.R. Tolkien, bu eseri yazarken temel motivasyonu, mitolojisi olmayan İngilizlere bir mitoloji hediye etmekti. Amacını çok aştığı şüphesiz, çünkü sonunda ortaya çıkan eseri kutsal kitap sayılabilecek denli kapsamlı ve geniş, yaratılış destanına bakışıyla da diğer kutsal kitaplarla benzeşen, alegorik yapısıyla da son derece edebiydi. Allah, herkese kendisinden biraz üfledi denir Kuran'da, her insanın Allah'ın Külli İradesinden Cüzi olarak taşıdığı anlatılır, Tanrı Tolkien'e biraz fazla vermiş gibi bazı şeyleri. Çünkü böylesi bir kitap, Tevrat'tan önce yeryüzünde yazılmış ve insanlara, ''Sizin Kutsal Kitabınız bu, artık buna inanıcaksınız.'' denseydi, herkesin kayıtsız şartsız iman edeceği şüphesizdir. Okuyunca daha net anlaşılıyor bu.

   Eğer bir din olsaydı, çok inananı olurdu, orası kesin en azından.

  Okuyun, yetmedi bir daha okuyun, birkaç kez daha okuyun, sürekli okuyun. Yaratan Tolkien'in adıyla okuyun. Çünkü şüphesiz Tolkien birdir ve Peter Jackson onun kulu ve elçisidir.

18 Temmuz 2013 Perşembe

#Direniş

...Onlar bize biber gazı sıktı, biz onlara karanfil uzattık.
Biz ağaçların gölgesinde uyuduk, 'bir orman gibi kardeşçesine', onlar TOMA'larla saldırdı, kapitalist emellerle.
Orantısız güce, orantısız zekayla karşılık verdik, çünkü onların baş edemeyecekleri tek şey şiddet dışı eylemler ve mizahtı, biliyorduk. 
Copladılar, vurdular, kırdılar, yakıp yıktılar. Sonra suçu üstümüze yıkmaya çalıştılar, yılmadık, yemedik. 
Zorla tuttuğumuz bir %50'miz var dediler, bak üstünüze salarız dediler. Saldılar. Elleri Talcidli adamları, elleri satırlı adamlar kovaladı, sonra demokrasiden bahsettiler. 
Sokağa çıkanlar zaten zorla tuttukları %50'ydi, bunun farkına varamadılar. 
O %50 sokaklarda, kimsenin beklemediği şeyler yaptı, dünyayı ayağa kaldırdı, görmezden geldiler, zorla topladıkları insanlarla, mitinglerde gövde gösterisi yaptılar, buna bir savaş gibi baktılar ve sonunda 'işte bu, savaşı kazandık.' dediler.
Şimdi o sokağa dökülenler evlerine döndü, arkalarında, demokrasi, kardeşlik ve özgürlük mesajları bırakarak. 
Şimdi onları Alla Allah nidalarıyla kovalayanlar da evlerine döndü, ellerini kana buladılar ne yazık.
Ve bu direnişi en iyi özetleyen bu kare kaldı geride, en anlamlısı ya da en önemlisi değil, en güzeli hiç değil...
Ama direnişin ruhunu en iyi yansıtan kare olduğu şüphesiz. 
Biz onlara karanfil verdik, onlar bize biber gazı sıktılar.
Hüloooooğ.



11 Temmuz 2013 Perşembe

Biraz soluklanma... Birkaç şiir, birkaç hoş seda


  Üst üste ağır edebi eserler okuduktan sonra, bunalıyor biraz insan. Farklı şeyler okumak, daha farklı düşünmek, farklı bakış açıları kazanmak istiyor. En önemlisi de, farklı bir edebi tat aramaya başlıyor. Romanın genel diline aşina olan okuyucular, çok sık ve arka arkaya bu aleme daldıklarında, her şeyden önce, ''kafaca'' yorgun düşüyorlar. Biraz soluklanma, biraz farklı tatlar iyi geliyor işte o zaman.

  Yanlış anlaşılmasın, şiiri filan kötülemedim ben. ''Şiir basittir, kafa çalıştırmaz.'' gibi bir çıkarımım yok burada. Kastetmek istediğim şey 'edebi lezzet'. Şiir, her zaman nesirden daha lezzetli bir tür olmuştur. Her zaman, arayanlara dilediğini vermiştir.

  Kişisel olarak, roman ve hikayeyi her zaman şiirden daha çok sevmişimdir. O komplike yapısı, beni daha çok sarıp sarmalar. Ancak şiire karşı da bastıramadığım bir sevgi, müthiş bir sempati ve saygım var. Bu yüzdendir şiirle bağlarımı hiçbir zaman koparmayışım.

  Yaz aylarının başlarıdan beri, üst üste okunan ağır edebi eserlerin yarattığı ağırlıktan kurtulmak için, yine her zaman yaptığım gibi güvenli limanım şiire sığındım. Bu kez, YKY'nin Doğan Kardeş dizisinden çıkan, Doğan Hızlan'ın mükemmelen yaptığı bir 'şiir seçkileri' kitaplarıydı elimdekiler: Behçet Necatigil seçkisi 'Eski Sokak' ve Özdemir Asaf seçkisi 'Dokuza Kadar On'.

  Önce Behçet Necatigil'le başlayalım.

  Abartmıyorum, en sevdiğim şair! Nazım Hikmet'e rağmen söylüyorum bunu. Eski Türk aile yapısını müthiş bir gözlemle yansıttığı şiirleri, kesinlikle Türk Edebiyatındaki en kaliteli eserlerden. Aynı şekilde mahalle ve sokak kültürü, yaşam tarzımız ve aşk temalarında da müthiş gözlemleri var üstadın. Kalemini büyük bir ustalıkla kullanıyor. Anlatmak istediklerini, çok sade bir şekilde anlatmayı beceriyor, ancak bunu yaparken şiir dilindeki lezzetinden de hiçbir şey kaybetmiyor. Çok naif şiirler onunkiler. Bizim şiirlerimiz, bizlerin şiirleri.


Lades

Uzayacağa benzer
Tutuştuğumuz lâdes. İşi gücü bırakıp
Mezarlığa nâzır
Bir eve taşındım. Ölüm, sen beni aldatamazsın,
Aklımda!


  Özdemir Asaf'tan devam...

  Behçet Necatigil için, en sevdiğim şair demiştim. Özdemir Asaf ise, okumaktan en çok keyif aldığım şairdir o zaman. Onun için, ''büyük anlamları küçük dizelere yerleştirme ustası'' derler. Doğrudur. ''Yalnızlık paylaşılmaz... Paylaşılsa yalnızlık olmaz.'', ''Bütün dünyayı kucaklamak istedim, kollarım yetmedi.'', ''bugüne en uzak gün, dün''... Bu dizeler yeterince kanıtlıyor bence. Ayrıca hafif komik bir yönü de var onun şiirinin. ''çekil ordan ayı göremiyorum.'' gibi, 2 anlamlı, komik dizeler kaleme almış bir şairden bahsediyoruz. Ama genel anlamda hüzün hakimdir şiirlerine. Bayağı bir hüzün değil ama, gerçek bir hüzün. Aşkı çok iyi özümsemiş, ayrılığı da öyle. Şiirdeki 2.kişili anlatım olayını aşmış, bitirmiş birisi Özdemir Asaf. Çok güzel, çok  lezzetli, yürek burkan, düşündüren, güldüren, hüzünlendiren, mutlu eden şiirleri var. Çok fazla şiir geleneğinden beslenmiş: Tekke Edebiyatı, Halk Edebiyatı, Divan Edebiyatı vs. vs. 2. Yeni izleri görmek bile mümkün. Şiirlerinde de açıkça belli oluyor zaten bu durum. Herkesin okuması gerekir kesinlikle, bir kez lezzetine bakması gerekir onun kaleminin. Behçet Necatigil'in de öyle, zaten iki çok yakın arkadaşmış ikisi, yeni öğrendim. Şiir dillerinin de benzer olması kaçınılmaz. En sevdiğim şiiri 'Çiçek Senfonisi' ni paylaşarak bitiriyim yazımı. Şiire bir süre ara, romanlara devam. Bir iki ay sonra tekrar dönmek üzere, şiir defteri şimdilik kapanıyor benim için, aman sizler kapatmayın.

Çiçek Senfonisi

Çiçeklerin akşamlarını
Akşamların çiçekleri
Aydınlatır..

Çiçeklerin adlarını
Birbirlerine benzemezlikleri
Adlandırır.

Biri alır bir güneşi
Öbürüne yıldız sunar,
Biri öbürünü yağmurlandırır.

Bir başkası bir güzelliği
Akıl almaz çalımıyla
Karanlıklandırır.

Bir düğünü aklandırır biri,
Biri bir yalanı silerken
Biri bir ölümü anılandırır.

Biri bekler sabahları,
Biri gündüz diye çıldırır
Bir başkası aydınlığı akşamlandırır.

Biri bağlar-bahçeler içinde nazlı,
Biri kendi kendini doğurur bayırlarda,
Biri kayalıkları ayaklandırır.

Pencereden bakar biri,
Biri el sürdürmez kimseye,
Biri kendini ağaçlandırır.

Tırmanır biri el ermez dikliklere.
Biri yerlere yaslar yüzünü
Topraklandırır.

Biri ordusunu yayar birdenbire
Tarlalara, öbek öbek,
Kanlandırır.

Biri şarkılarla gözleri besler,
Yeşillikleri ve sevgilileri
Umudlandırır.

Çiçekler hep bekler gibidir,
Oysa hiç beklemezler;
Biri arılandırır, biri kuşlandırır.


Biri rüzgârlandırır gönülleri,
Biri kızdırır soğumuş külleri..
Biri de kendini kucaklandırır.

Biri tek başına yürür yazgısında,
Biri sepetlerde demet demet
Ününü kaldırımlandırır.

Biri vazolandırır kendini salonlarda,
Biri kurur bir kitabın içinde,
Biri de kafes arkasında saksılandırır.

Çiçekler bir şölen yaşamda,
Renklerin en büyük orkestrası..
Dursuz-duraksız çalar her insanda
Sevinci, aldanıyı, ölümü ve yası.

10 Temmuz 2013 Çarşamba

Kafka'nın zihninde rahatsız edici bir yolculuk ''Ceza Kolonisinde'' (Anlatılar -1)



  Geçenlerde Franz Kafka'nın 130. doğum yılıydı hatırlarsınız. Ben de bununla ilgili bir iki şey karalamıştım hatırlarsanız. Bu dönemin 'anlam ve önemi üzerine', ben de Kafka anlatılarına gömüldüm belli bir süre. Onun o 'hasta' zihninde gezindim amiyane tabirle. Ve sağ salim çıkmayı başardık, ama bir parça da değiştik tabii.

  Kafka'nın anlatılarında ilk bakışta göze çarpan şey, hayata karşı duyduğu umutsuz bakış açısı oluyor kesinlikle. Hayattan umudunu kesmiş ve yaşamaya değer görmeyen birinin anlatılarını okuyorsunuz sayfalar boyu. Ancak romanlarından farklı olarak, daha girift yapısı olan, iç içe geçmiş anlatılardan ve yer yer aforizmalardan oluşuyor Ceza Kolonisinde. Müthiş bir kaliteyle başlayıp sonunu bağlayamadığı anlatılardan, saçma sapan, ne dediği anlaşılamayan konulara, mükemmel ötesi yaratımlardan sıradan öykülere dek çok çeşitli yelpazede, son derece tatmin edici bir deneyim yaşıyorsunuz adeta. Örneğin bu derlemeye de adını vermiş olan Ceza Kolonisinde adlı öyküsünü okurken, ağzımın açık kaldığını ve Kafka'yı ayakta alkışlamamak için kendimi zor tuttuğumu söylemeliyim. Aynı şekilde, aynı zamanda Amerika romanının da ilk bölümü olan ve oradan çok iyi bir şekilde aşina olduğum Ateşçi öyküsü de son derece kaliteli ve şapka çıkarttıracak cinstendi. Daha önce okumuş olduğum ve hayran kaldığım Açlık Sanatçısı bölümünü de, yüzümde müstehzi bir ifadeyle tekrar okumanın keyfini tattım. Aynı oranda pek beğendiğim diğer anlatıları da, kitaplara girmemiş, hiçbir yerde yayınlanmamış olan Duacıyla konuşma, Sarhoşla konuşma ve diğer iki anlatısıydı(isimleri şu anda aklıma gelmiyor.) Bu derecede beğenmediğim, ancak kalitesini belli eden ve babasıyla kötü olan ilişkisinin izlerinin ilk bakışta sürülebildiği hüküm adlı öyküsü de iyiydi. Ancak daha önce de okuyup pek beğenmemiş olduğum bir köy hekimi bölümünde tekrardan hayal kırıklığı yaşadım. Seyir adlı bölüm ise, beni pek şaşırttı. Bazı anlatılarına bayılırken, bazılarından nefret ettim, bazılarını çok saçma buldum, bazılarıysa dahiyaneydi. Özellikle binici beyler bir düşünmeli adlı anlatısında, kendimi tutamayıp kahkahalar attığımı söyleyebilirim.

  Kafka'nın bilindik trüklerinin, Kafkaesk yapının özünün çok net gözlemlenebildiği bir eser Ceza Kolonisinde. Kafka okumaları yapan herkesin bir göz atması gereken çok değerli bir yapıt. Kafka'ya yeni başlayanlar ise, Dönüşüm ve Dava'yı okumadan bu eseri ellerine almamaları bence yerinde olur.

Kafka'nın zihninde ufak bir gezinti: ''Yasa Önünde'' adlı kısa öyküsü

kanun önünde bir kapıcı durmaktadır. bu kapıcıya taşradan bir adam gelir, kanundan içeri girmek istediğini söyler. kapıcı, kendisini şimdilik içeri koyveremeyeceğini söyler. adam düşünür taşınır, ileride girip giremeyeceğini sorar; "belki," der kapıcı "ama şimdi giremezsin."

kapı her zamanki gibi açık durduğundan ve kapıcı o sırada kenara çekildiğinden adam eğilir ve kapıdan içeri bakmak ister. bunu fark eden kapıcı gülerek der ki; "madem bu kadar istiyorsun, olmaz dememe aldırma, bir dene bakalım. ancak unutma ki, ben güçlü bir kapıcıyım ve kapıcıların da yalnızca en küçüğüyüm. ama her salon başında bir başka kapıcı vardır, biri de ötekinden güçlüdür. daha üçüncüsünü görmeye ben bile dayanamam."

taşralı adam böylesi güçlüklerle karşılaşacağını ummamıştır. "nihayet kanun kapısıdır, herkese, her vakit açık bulunması gerekir" diye düşünür. ama üzerindeki kürk paltoyla kapıcı'yı daha bir dikkatle süzüp, onun iri ve sivri burnunu, uzun ve seyrek kara tatar sakalını görünce, en iyisinin, giriş iznini koparıncaya kadar beklemek olduğuna karar verir.

kapıcı bir tabure uzatır adama ve onu kapının yanıbaşına oturtur. günler ve aylar boyu burada oturur adam. pek çok kez içeri koyverilsin diye uğraşır, yalvarıp yakarmalarıyla usandırır kapıcı'yı. kapıcı, adamı sık sık küçük çapta sorgulamalardan geçirir; ona yeri yurdu ve daha başka konularda sorular sorar. ama büyük kişilerinki gibi kayıtsızlıkla sorulan sorulardır bunlar ve her sorgulamanın sonunda kapıcı, adama henüz kendisini içeri koyveremeyeceğini yeniden açıklar.

bu yolculuğa koyulurken yanına bir sürü şey alan adam, kapıcı'yı rüşvetle kandıracağım diye, pek değerli olmalarına bakmayarak bunların tümünü çıkarır elden. hani kapıcı verilenlerin hepsini alır ama bir yandan da; "bunları alıyorum ki, bak şu yola da başvuracaktım, unuttum demeyesin diye" der.

taşralı adam yıllar yılı, neredeyse aralıksız, gözetler durur kapıcı'yı. öteki kapıcıları unutur da bu ilk kapıcıyı kanundan içeri girmesine tek engel görür. onu karşısına çıkaran uğursuz rastlantıya ilk yıllar yüksek sesle lanetler savurur; derken giderek yaşlanır. kendi kendisine homurdanıp durur. zamanla çocuklaşır ve yıllar yılı kapıcı'ya bakıp dururken, onun paltosunun kürk yakasındaki pireleri de keşfettiğinden, onlara bile kendisine yardım etmeleri, kapıcı'nın gönlünü yapmaları için dil döker.

sonunda gözlerinin feri zayıflar; çevresinin gerçekten mi karanlığa gömüldüğünü, yoksa sadece gözlerinin mi kendisini yanılttığını bilemez olur. ama buna karşılık bir parıltı fark eder karanlıkta; öylesine bir parıltı ki, bütün görkemiyle kanun kapısından dışarı vurmaktadır. artık pek bir ömrü kalmamıştır adamın. ölmeden önce, kapı önünde geçen bütün zaman içindeki yaşantıları kafasında toplanıp şimdiye kadar kapıcı'ya sormadığı bir soruya dönüşür. giderek taşlaşan vücuduyla doğrulup kalkamadığından, kapıcı'ya el eder. aradaki boy farkı zamanla taşralı adam aleyhine bir hayli değiştiğinden, adama doğru iyice eğilmek zorunda kalır kapıcı.

"hala nedir öğrenmek istediğin bakalım?" diye sorar; "amma da açgözlüymüşsün!" adam bunun üzerine; "benim bildiğim, herkes kanuna varmak için çaba harcar. peki nasıl oldu da bunca yıl benden başkası girmek istemedi bu kapıdan?"'

kapıcı adamın artık son anlarını yaşadığını görür. onun gittikçe sağırlaşan kulaklarına sesini işittirebilmek için var gücüyle haykırır; "çünkü yalnızca senin içindi bu kapı. gideyim de kapayayım artık."


                                                                KÜNYE



Kitap İsmi: Ceza Kolonisinde: Anlatılar-1
Yazar: Franz Kafka
Yayın Yılı: 2009
Yayınevi: Can Yayınları                               7/10
Sayfa Sayısı: 224
Baskı: IV. Baskı

5 Temmuz 2013 Cuma

Sevgilerde / Behçet Necatigil


Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı...

Behçet Necatigil

4 Temmuz 2013 Perşembe

En iyi Kitap Kapağı Tasarımları

  Birbirinden güzel kitap kapağı tasarımları için buyrun;

Anthony Burgess

A Clockwork Orange

George Orwell

1984

Kevin Brockmeier 

The Brief History of the Dead

Eric G. Wilson

Against the Happiness

F.Scott Fitzgerald

The Great Gatsby

Ian Fleeming

You Only Live Twice

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Hasta Adam: Kafka'nın 130. Doğum Yılı Sebebiyle bazı Mülahazalar



  Kafka'yı anlatmaya nereden başlamalı? Dikkat çeken bir tipi yok, düpedüz alelade. Kısa boylu, zayıf, hasta görünümlü. Sanki o an orada bulunmak istemiyormuş gibi, aslında hiçbir zaman hiçbir yerde olmak istemiyor gibi. Hiçliğin tam ortasında, çıkmak istiyor, ama çıkışı bulamıyor. Kendisine yardımcı olacak bir baba figürü de yok besbelli. Yapmak istediği, ulaşmayı hedeflediği büyük ülküleri var sanki, anlamak için gözlerinin ta en derinine bakmanız gerek, çünkü bunları içine gömmüş belli, su yüzüne çıkartmıyor, çıkartmamaya çalışıyor daha doğrusu. Kendince haklı sebepleri de var, hukuk öğrenimini yarıda bırakmış, başarısız bir iş hayatı olan, kadınlarla arası iyi olmayan, -Prag genelevlerini iyi bilir bilmesine, ama düzenli bir sevgilisi yok, hatta hiç yok, sevdiği demiyorum dikkat- cemiyete girdiğinde dikkatleri çekmeyen, -bazı kaynaklar Kafka'nın son derece yakışıklı olduğundan, boyunun son derece uzun olduğundan ve cemiyetin ''yakışıklılarından'' olduğunu söyler, ama birazdan paylaşacağım fotoğraf sanırım bunları çürütmeyi tek başına becerecektir- yakın arkadaşı Max Brod ile kaçar göçer, pek de samimi olmayan(gerçi kitaplarını kendisine emanet etmiştir. Sanırım buradan, Kafka'nın samimiyetini göstermeyen, daha çok içinde yaşayan bir kişiliği olduğu sonucunu çıkarabiliriz.) babasıyla arası bozuk bir kişilik sonuçta. Peki bu ''çürük kişilik'', nasıl oldu da 21. yy. edebiyatının en başarılı, en büyük, en ikonik, en ilgi çeken, en magazinsel ve anlaşılması en zor yazarı oldu? Cevap basit: Çürük bir yaşantıya karşılık, pırıl pırıl bir zeka, müthiş bir gözlem ve zehir gibi bir akıl ile, ayrıca mükemmel bir üslup ve eserlerindeki zamansızlık tozuyla. 



    Kafka, şahsi olarak en sevdiğim yazardır. Onu Camus takip eder. Kafka'nın yarattığı dünya, insanı öylesine sarıp sarmalar, öylesine büyük sıkıntılara sürükler ki... Okurken can çekişirsiniz adeta, Ceza Kolonisindeki mahkumun yerine kendinizi koyar, acılar içinde debelenirsiniz, Yasa önüne kadar gelir, ancak kendi basiretsizliğiniz yüzünden geçmeyi beceremezsiniz, Karl Rossman olursunuz, Amerika'ya kaybedenleri oynamaya gelirsiniz, Kadastrocu K. olur, hiç ulaşamayacağı Şato'ya ulaşmaya çalışmasını okurken yorulursunuz. Kendinizi bulunduğunuz andan kopartır, zaman-mekan algısını kırar bir bakıma, günümüz gerçeğini alternatif bir gerçeklikte, en acı şekilde yüzümüze vurur. Tanrı hakkında düşündürtür, yasaların ve yargının kokuşmuşluğunu fark ettirir, modern aile yapısının çarpıklığını fark etmenizi sağlar. Kendi çektiği sıkıntıları, size de yaşatır okurken, hepsi de güncelliğini koruyan sıkıntılardır. 

Kafka, yaşamı boyunca baba figürüyle hep sıkıntı yaşamıştır, babasıyla yaşadığı gerilimli ilişki, eserlerine de yansımıştır bitabii. Bu etkileri en net şekilde Hüküm, Dönüşüm ve pek tabii Babaya Mektup eserlerinde gözlemleriz. Babaya Mektup'ta, babasına yazdığı mektuplarda, o muhteşem edebiyatçının en çıplak halini gözlemleriz: Babası karşısındaki korkak halini. Babasıyla yüz yüze gelse asla konuşamayacağı şeyleri,mektuplar aracılığıyla bildirir ona, kendi fikirlerini ve düşüncelerini bu yönle ona aktarma fırsatı bulur. Hüküm öyküsünde ise, hiç var olmamış Moskova'daki bir arkadaşına mektup yazan bir kişinin, babasına duyduğu sahte ilgi maskesinin, yine babası tarafından bu yolla düşürülmesi anlatılır. Dönüşüm'de ise baba, aynı zamanda bir tanrı simgesidir: Adem'i yasak elma yediği için cennetten kovan Tanrı'nın! Burada baba, Samsa'yı odadan kovmak için, tekrar tanıdık bir nesneyi kullanır, kızıl elma. Tanrının kulunu terbiye etmesidir bu. Kafka'nın babasına bakış açısı da bu şekilde daha net okunabilir: Kendisine şefkat sunan birisinden çok, kendisini terbiye eden birisi olarak görür onu. 

  Yukarıda bahsettiğim o ''karizmatik Kafka'' fotoğrafını da paylaşiyim yeri gelmişken. Kafka, sahilde, kumların üzerinde, müthiş karizması ve yakışıklılığıyla arz-ı endam ederken. :)

O zamanlardan Samsa'nın geleceği belliymiş. ehehe

  Kafka, günümüzü derinden etkilemiş, son derece büyük ve kaliteli bir yazardır. Ben okurum diyen her kişinin en az bir eserini mutlaka görmesi, lezzetini tatması gerekmekte bence. Onu okumadan edebiyat hakkında bir şeyler söylemeye çalışmak, çok yavan ve eksik kalır, tıpkı Dostoyevski, Sartre okumadan olacağı gibi. Dün, onun 130. Doğum Günüydü, iyi ki doğmuş, iyi ki o sıkıntıları yaşamış ki onları özümseyerek bu mükemmel eserleri meydana getirmiş, iyi ki Max Brod'la arkadaş olmuş, iyi ki eserlerini Max Brod'a yakması için emanet etmiş ve iyi ki Max Brod bu emaete iyanet ederek bu eserleri bizlere kazandırmış ki bizler de Kafka'yla tanışabilmişiz. Günün anlam ve önemine dair, Kafka'yı anmak adına yapılabilecek en iyi şey, onun anlatılarını alıp okumaya dalmaktır şüphesiz, ben de tam onu yapıyorum şu an. Keyifli okumalar. :)



 Bu da benden hediye: En sevdiğim öykülerinden olan ''Açlık Sanatçısı''ndan bir bölüm...

"... açlık gösterilerinin tam anlamıyla memnun kalmış tek seyircisi yine kendisi olabilirdi. gel gelelim açlık şampiyonu da bir başka bakımdan asla memnunluk duymuyordu; belki de kendi şahsına karşı beslediği hoşnutsuzluk, onun bu kadar zayıflamasına yol açmaktaydı."

kendinden bu denli hoşnut olmamak. burda bay kafka'nın açlık şampiyonu karakteriyle kendini eşleştirdiği söylenebilir. lakin bu noktada, kafka'nın hâlen tanrı-yazar olarak hikâyesini yazmadığını görmek çok güzel, ne alçakgönüllülük. yukardaki alıntıdaki 'belki de' lafının tazeliği:

-peki neden aç kalmak zorundasın?
-çünkü ister istemez(!) aç kalmak zorundayım,
-bak sen! peki, neden aç kalmak zorundasın?
-çünkü.. çünkü hoşuma giden yemek bulamıyorum. bulsam inanın ki böyle bir ün peşinde koşmaz, ben de sizin gibi, başkaları gibi karnımı tıka basa doyururdum.

hayır, hoşnutsuzluk değil bu kadar zayıflamasına yol açan şey. bu kadar basit. başkalarından farklı olmamızın nedeni bu kadar basit. yalnızca hoşuna giden bir yemeğin olmaması farklı kıldı. kafkayı farklı kılan hangi basit neden? alçakgönüllülük yalnız biri olurdu şüphesiz’’

21 Haziran 2013 Cuma

Umudun ve inancın romanı ''Veba''



  Oran kenti sakinleri, sıradan bir sabah işe gitmek için uyandıklarında, kapılarının önünde ölmüş farelerle karşılaşırlar. Böyle bir durumla daha önce karşılaşmamış olsalar da, altını oymayı ve sebebini öğrenmeyi pek istemezler, çünkü karşılaşacakları şey her ne olacaksa, keyif kaçıracağı su götürmez bir şekilde gerçektir. Bu durum sadece kapıcıların büyük dikkatini çeker, çünkü bu onların işidir: Apartmanı farelerden arındırmak! Bir anda şehirdeki bütün apartmanlarda tek tek fare ölülerinin ortaya çıkmasının sebebini, bizim şeker başbakanımız gibi ''dış mihrakların oyunu'' olarak yorumlarlar, bu işte kendilerine bir hata çıkarmayı düşünmezler hiç. Bir yandan haklıdırlar, hata onlarda değildir, ancak düşündükleri gibi bir dışarının saldırısı söz konusu değildir, düşman tamamiyle içimizdedir ve adı da 'Veba'dır. Bu lanet hastalık, farelerden insanlara geçmeye başlayana dek pek ciddiye alınmaz, insanlara sıçradığındaysa, münferit olaylarmış gözüyle bakılır. Çoğu kişi -resmi erkler dahil- gözlerinin önündeki Veba gerçeğini kabullenmek istemezler, bu fikri erteleyebildikleri kadar ertelemek taraftarıdırlar. Kendilerine soğuk duş etkisi yapan şey, gelen istatistiklerdir. Ölen insan sayısı, her hafta katlanarak artmaktadır. Rakamlar haftada beş yüz ölüye dek çıkar. Ve sonunda en başından olması gereken olur: Şehir karantinaya alınır ve kapatılır. Artık Oran yalnız başınadır.

  Burada, romanın ana kahramanı Dr. Bernard Rieux devreye girer. Rieux, en başından beri Veba fikrini geliştirmiş ve gidişatın ciddileşmesiyle birlikte bunun bir salgın olduğuna dair kuşkusu kalmamış, rasyonalist bir kişidir İnsanlara yardımcı olmaktan bir çeşit haz duyar, onların sorunlarıyla ilgilenmek onun en önemli gayesidir adeta. Şehrin kapatılmasıyla birlikte, bir çeşit süper kahramanlığa savunur, elinden gelen her şeyi Oran halkı için verecektir. Hani o ünlü öyküdeki genç gibi düşünür o da: Yaşlı bir adam kumsalda yürümektedir. Kumsalda, kumları kaplamış on binlerce deniz yıldızını çıplak elleriyle tek tek denize geri fırlatan bir genç görür. Yaşlı adam ona seslenir: Ne anlamı var ki, nasıl olsa hepsini kurtaramayacaksın, bu yaptıkların neyi değiştirir? Genç yerden bir deniz yıldızı daha alır ve denize fırlatır, ardından yaşlı adama döner: Onun için çok şey değişti. Dr. Rieux da bu şekilde davranır, şehir hastalıktan kırılmaktadır, bir kişinin hepsine yetişmesi ise imkansızdır. Ancak Rieux, yine de umudunu kaybetmeden, sonuna dek, ulaşabildiği bütün hastalara yardımcı olmaya çalışır. Bu çabasında ona, Tarrou ve Grand gibi dostları yardımcı olurlar. Grand ilginç kişiliği olan, yazmaya çalışan ancak Stephen King karakteri Jack Torrance gibi ilk cümleden ötesine gidemeyen, ilginç bir karakterdir. Ancak Tarrou, tüm süreçte Rieux'a en büyük desteği verir, zamanla çok yakın arkadaşı olur ve deniz yıldızlarını denize geri fırlatmada Rieux'a büyük yardımı dokunur. Öykünün bilge karakteridir Tarrou. Her şeyi bilen, hiçbir şeye şaşırmayan, 'doğuştan vebalı' bir karakterdir.



  Camus tam da bu noktada, bu süper kahramanların karşısına bir 'anti-kahraman' koyar. Bu süper kahramanların düşmanlarından, süper kötülerden değildir. Süpermen'in Lex Luthor'undan çok, Alan Moore çizgi romanından çıkıp gelmiş bir Rorschach'a benzer: Cottard'dır bu anti-kahraman. Çok zorlanırsa Rambert de girebilir bu listeye. Cottard, normal zamanlarda adam öldürmüş ve adam öldürmekten yargılanmaktayken, veba zamanı oluşan OHAL'den dolayı yargılamadan ve cezadan kurtulmuş bir kaybedendir aslında. Bu durum, onun şehirde Veba'dan tek hoşlanan kişi yapar. Veba'nın bitmesini hiç istemez. Normal zamanlarda kötü bir ruh halinde olan ve vebadan biraz zaman önce intihara kalkışan Cottard, vebanın başlamasıyla birlikte dünyanın en mutlu insanlarından birisi haline  gelir. Romanın sonlarına doğru vebanın düşüşe geçmesiyle eski mutsuz günlerine döner ve vebanın tamamen kalktığı kutlama günlerinde polisle çatışmaya girer. Normal zamanların silik kişiliklerinin bir parametresi, bir aksilamelidir bu. Rambert ise, şehirden kaçmak için her şeyini veren bir yazarken, vebayla savaşan iyi insanların yanında bulunmuş ve kaçmaktan son anda vazgeçerek şehirde kalmayı tercih etmiş bir gazetecidir. Tedirgin  durumdaki insanların, buhran zamanlarında tarafsız kalanların, birazcık tepkiyle iyiliğin peşine düşebileceklerini gösterir okura.

  Rahip Panaleux ise öykünün kötü adamıdır, Rieux'un Lex Luthor'udur. Halka vebanın tanrının bir lütfu olduğunu, ondan kaçmamak gerektiğini, onun alacağı canların gereksiz ruhlar olduğunu, tanrı tarafından sınandığımızı anlatır, ve kendisine bir şey olmayacağından o kadar emindir ki, vaazlarında sürekli siz ifadesini kullanır. Kendisi temizdir çünkü, arınmış olandır, ona bir şey gelmez nasıl olsa. Ancak yanan ruhları, ölen bedenleri görünce iş değişir. O andan itibaren içini bir korku kaplar, hitaplarında siz yerine biz demeye başlar, korkusundan kiliseden bir kira evine taşınır, ve orada, kaçtığı şey onu yakalar. Veba'ya yakalanır ve acılar içinde ölür.



 Kitaptan;
' veba sözcüğü ilk kez ağza alınıyordu… dünyada savaşlar kadar vebalar da meydana gelmiştir. vebalar da savaşlar da insanı hazırlıksız yakalar. bir savaş patladığında insanlar ‘uzun sürmez bu, çok aptalca!’ derler. ve kuşkusuz bir savaş çok aptalcadır, ancak bu onun uzun sürmesini engellemez. budalalık hep direnir, insan hep kendini düşünmese bunun farkına varabilirdi. bu açıdan burada oturanlar da herkes gibiydi. kendilerini düşünüyorlardı. bir başka deyişle hümanisttiler; felaketlere inanmıyorlardı. felaket insana yakışmaz, onun için felaket gerçek dışıdır, geçip gidecek kötü bir rüyadır, denir. ancak her zaman da geçip gitmez, kötü rüyalar arasında insanlar geçip gider ve önlemlerini almadığından başta hümanistler gider… yurttaşlarımız da kendilerini özgür sanıyorlardı, oysa felaketler oldukça kimse asla özgür olamayacak. '

   Albert Camus, saçma teorisini geliştirmeye bu kitapta da devam eder. Yaşamın saçmalığı ve inancın çürüklüğü gibi temalar üzerinden işler eserini. Rahip Panaleux, hiçbir şey yapmadan, sonsuz itaat eden inanan kesimin temsilcisidir, ki sonu acı içinde ölüm olur. Rieux ise bu saçma yaşam içerisinde insanlık adına mücadele eden, insana değer veren, akılcı birisidir, ki sonunda başarıya ulaşır. Camus okuruna, yaşamın saçmalığını alt etmek için, ona anlam katmayı önerir, yaşam için mücadele edin, onun için, insanlık için bir şeyler yapın ve yaşama anlam katın der. Rieux da bunu yapar işte. Bilim, kiliseyi alt eder.

  Veba'nın çözümü sırasında, dayanışmanın gerekliliğine de vurgu yapar yazar. Rieux asla tek çalışmaz. Yanında sürekli ona yardımcı olan birileri bulunur. Kah Tarrou yardımcı olur, kah mösyö Othon, kah Grand, kah Rambert...  hatta zaman zaman Cottard'ın bile faydasını görür. ''Zorluklara karşı böyle göğüs germeliyiz işte,'' diyor Camus bizlere, ''teke karşı bir olarak, süper güce karşı tek yürek olarak.'' Ayrıca kayıp da verdiriyor karakterlerine Camus, şahsen en beğendiğim ve en çok bağ kurduğum karakter olan Tarrou'nun ölümü beni her ne kadar üzmüş olsa da, olması gereken de buydu bir yerde: Hedef kutsaldır, fedakarlık yoksa zafer de olmaz! Tarrou yaşarken aziz olmayı beceremedi, ancak ölümüyle azizlikten de öte bir konuma yükseldi, Rieux'u bile, vebayı atlatan doktoru bile kıskandırmayı becerdi, ki Tarrou da daha iyisini istemezdi zaten.

  Futbol göndermesi de yerinde ve önemliydi. Futbolculuk da yapmış olan Camus, en büyük revir olarak bir stadyumu seçer, ve kurtuluşu da bu stadyumda başlatır. ''Ahlaka dair ne öğrendiysem futboldan öğrendim.'' diyen bir yazarın, dayanışmanın en çok içinde bulunduğu spor dalı olan futboldan, dayanışmanın önemine değinen bir eserde faydalanması çok önemli ve ince bir detaydı, klastı, etkiledi.

  Çok kaliteli bir eser Veba, Camus'un şimdiye kadar okuduğum -Sisifos Söyleni'nden sonra- en beğendiğim kitabı. Geriye okumam gereken tek ''başyapıt'' Camus eseri kaldı, 'Başkaldıran İnsan'. Eğer onu okuduktan sonra fikirlerim değişmezse, kesinlikle en formda Camus eserinin bu olduğunu söyleyebilirim ve kişisel ölmeden önce okunması elzem binbir kitap listeme de rahatlıkla dahil ederim. Tüm kitap dostlarına tavsiyemdir, herkesin bildiği ama okumaktan itina ettiği bu eser. Biliyorum, kütüphanenizin tozlu raflarında bir yerlerde kesin bu kitap vardır, okunmamış, okunmayı bekliyordur. Endişe etmeyin, çekin okumaya başlayın, çok kaliteli bir başyapıtı okumuş olucaksınız, güvenin bana. ;)

Son bir not: ''Yabancı'' göndermesi de harikuladeydi. ( bundan sonrası, kitapla ilgili çok önemli olmasa da, bir sürprizbozan içerir, o yüzden kitabı okumayanların devam etmemesini tavsiye ederim. :)) Kitabın bir bölümünde radyoda, bir arabı öldüren birisinin yargılanmasından bahsediliyor, hoş ve güzel bir detay olmuş, Camus'yu tebrik ediyorum. :)



Altı Çizilesi


  • ''Felaketlerin başlangıcında ve bunlar son bulduğunda hep biraz söz sanatı yapılır. Birinci durumda, alışkanlıklar henüz kaybolmamıştır, ikinci durumdaysa geri gelmiştir. asıl felaket sırasında gerçeğe alışılır, yani sessizliğe.''
  • ''Ama tek başına mutlu olmakta utanılacak bir yan vardır.''
  • ''Dünyada hiçbir şey insanın sevdiğinden vazgeçmesine değmez. oysa nedenini bilmeden ben de bundan vazgeçtim.''
  • ''İçinde yaşadığım toplumun ölüme mahkumiyet üzerine kurulu olduğunu biliyordum ve onunla mücadele ederek cinayetle de mücadele edeceğime inandım.''
  • ''Annem de böyleydi, kendini öne çıkarmayışını severdim ve hep onunla olmak isterdim. Sekiz yıl oluyor, öldü diyemiyorum. Her zamankinden biraz daha silikleşti ve geri dönüp baktığımda artık yoktu.''
  • ''Gündüz ya da gece olsun, öyle bir saat vardır ki, insan korkaklaşır.''
  • ''Her türlü kesinliğe karşı, insanların öldürülmesinin sineklerin öldürülmesi kadar gündelik sayıldığı şu anlamsız dünyayı....''
  • ''İnsanla, onun yoksul ve inanılmaz aşkıyla yetinenlerin de en azından arada bir neşeyle ödüllendirilmesi yerindedir.''

                                                                  KÜNYE



Kitap İsmi: Veba
Yazar: Albert Camus
Yayın Yılı: 1997
Yayınevi: Can Yayınları                              10/10
Sayfa Sayısı: 304
Baskı: V.Baskı